Ah Bu Ağustos’lar

Ağustos ayı geldiğinde hep hüzünlenirim ben. Belki leyleklerim gitmeye başladıkları için, belki yaz yavaş yavaş vedaya hazırlandığı için, belki de çok önemli bir dostumu bu ayda kaybettiğim için…

Leyleklerin gidişini bile onunla seyretmek zevkliydi. Bakışlarımızı göğe diker, sessizce, konuşmadan başımızın üzerinden hızla geçip giden leylekleri izlerdik. Büyük bir bulut gibi gelirler, dönerler dönerler sonra bir düzen tuttururlar ve yolculuklarına devam ederlerdi. Onlar, her sene gelirlerdi bıkmadan, usanmadan ve her sene giderlerdi. Bıkmadan, usanmadan…


Ne onların gelişlerinde bizler aynı bizler olurduk ne de onlar aynı leylek sürüleri olurdu. Her iki tarafta kayıplar verirdi. Aile büyüklerini, yavrularını, sevdiklerini, dostlarını… Eminim ki leylekler de hüzünle giderlerdi, insanlar da… O gidişten hepimiz sonsuz bir acı duyardık…


Leylekler… Canlarım benim, güzel kuşlarım… Az kaldı gitmeye hazırlanıyorsunuz. Bir keresinde sizlerin arasına katılabilmeyi ve sizlerle yol boyu beraber uçabilmeyi nasıl da isterdim… Bu düşüncem belki de bazılarınıza çok saçma geldi değil mi? Ama istemek de suç değil ya…


Sevgili yaz, benim bereketli ve güzel mevsimim. Sıcakların, çılgın yağmurların, geceleri pırıltılı mehtabın, neşeyle gülen insanların, yeniden aşık olanların, eski aşklarını yaşatmaya çalışanların, görkemli güneşin… O kadar çok sebebim var ki seni sevmem için. Ama artık bir yaz daha bitişe yaklaşıyor adım adım.


“Hadi canım, daha dolu dolu bir ay var yazın bitişine…” dediğinizi duyar gibiyim. Geçiyor, o da geçiyor. Şimdi sonbaharcılar hemen başlarlar, “Sonbahar gibisi yok da hayat sonbaharda başlar da…” filan falan. Oysa benim için yaz mevsimidir asıl değerli olan ve bizleri, tüm dünyayı o kısır, sevimsiz ve soğuk kış mevsimine hazırlayan. Yani bu da bir üzüntü sebebi benim için…


Son ve belki de en fazla üzen şey, önemli bir dostumun bu ayda kaybı demiştim ya, işte o, galiba içlerinde beni en çok etkileyen. Dostum dediğim kişi kim mi? O, benim babam…


Heybetli, dürüst, sevgi dolu, her hatırladığımda yüzümde bir gülümsemeye neden olurken, içimde bir kıvılcımı yeniden tetikleyen güzel insan... Dün nereden aklıma geldiyse, eski düğünler geldi gözümün önüne ve babamın, mutlaka, harmandalı oynamak için sahneye kalkışını hatırladım. Erkeklere çok yakışan bir oyundur Harmandalı. Her hareketi ayrı bir güzellik taşır. Mağrur, gururlu, içten hareketlerle süslenen ve seyredenler için unutulmayacak bir şölendir o. Harmandalı’nı oynayan, bu görkemli oyuna karakterinin güzelliğini yansıtırken, tarih boyunca bizlerin kişiliklerimizi oluşturan Atalarımızın izleri de kalkar gelir sahneye. Ne zaman Harmandalı oynansa, ister istemez gözlerim yaşlanır ve at sırtında Ortaasya’dan Balkanlara kadar yayılan bu güzel insanları beynimin kıvrımlarında seyre dalarım. Babam, folkloru da severdi, türküleri de şarkıları da. Özellikle Münir Nurettin Selçuk ve en güzel onun seslendirdiği bestelerini…


Ailenin büyüğü, kabilenin reisi, sevilen, sayılan, yüreği sevgi dolu bir insandı o. Annemle olan aşkları da dillere destandı yani. Duygularını hiç saklamazdı. Seviyorsa, açık açık belli ederdi.


Şimdilerde psikologlar, anne ve babalar, çocuklarınızla arkadaş olmayın filan gibi pek bilmiş sözler ediyorlar ya, bence yanlış… Babamı bir dost olarak görmenin ve pek çok konuyu onunla konuşmanın çok yararını gördüm. Onun en küçük kızıydım. Satranç öğrettiği, bezik öğrettiği, düşünmeyi öğrettiği… Meğer bu öğrettikleriyle aslında stratejide öğretirmiş ben farkına bile varmadan. Bazen siyaseti konuştuğu, bazen eski anekdotları anlattığı, dedemin şarkısını her dinlediğinde gözlerinden süzülen yaşlarıyla, o heybetli görünüşün yanı sıra yumuşacık bir kalp taşımasıyla, hala dilime pelesenk olan cümleleri ile unutulmaz bir insan...


Ah babam; bak o sözlerinden biri şöyleydi “Yerden göğe küp dizseler, en alttakini çekseler, seyreyle sen gümbürtüyü…” derdin. Bu aralar nedense hep en alttakini çekiyorlar baba, bilseydin nasıl da üzülürdün kim bilir.


Son senesiymiş, son ağustos ayıymış onun. Tabii ki ben bilmiyordum. Birkaç kere hastaneye götürmek zorunda kaldık onu. Acile… Bir dost mu ya da düşman mı olduğunu bilemediğim 112 ile. Son sefer giderken, gelmeyeceğini biliyordu. Bakışlarından anlamıştım. “Yine geleceğiz, bak kaç kere gittik geldik…” dediğimde, “Bu sefer başka, bu sefer son artık…” demişti. Öyle de oldu. Bir ağustos gününde onu sevgili büyüklerinin kollarına emanet ettik.


Uzun yıllar geçti baba, derler ki; “Bir insanı hiç hatırlayan kalmadığında, asıl ölüm o zaman gerçekleşirmiş”. Belki de bu nedenle seni çok anlatmak istiyorum. İzin hiç silinmesin…


Özledim…


Küçük kızın…

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER