Ah Para, Sen Nelere Kadirsin…

Hikayemizin kahramanı Abdullah Bey, hem yeraltı, hem de iş dünyasında sözü geçen, hatta hükmeden büyük patronlardan biriydi… Kadınların beğeniyle, erkeklerin ise kıskançlıkla baktığı, klasik mafya babalarına hiç benzemeyen, uzun boylu, sırım gibi vücuda sahip, yakışıklı, heybetli bir adam… Saçının önünde bulunan beyaz perçemin yüzüne ayrı bir hava verdiği, İtalyan giysileri ve İtalyan pabuçlarıyla, gömlek cebinde adının baş harfleri işlenmiş olan, elinde her giysiye göre değiştirdiği deri ve yine üzerinde adının baş harfleri yazılı olan evrak çantalarıyla tüm İstanbul’ da konuşulan bir adamdı o…


Bugünlerde işi gereği Türki Cumhuriyetler’deydi. Yoğun toplantılardan çıkmış ve Gürcistan’daki son toplantısına gitmek üzere yola koyulmuştu. Bu son toplantı, onu dünyadaki mafya liderleri arasında çok farklı bir konuma getirecekti. Biliyordu… Şu kalbi de teklemeseydi geçen gün… Elini kalbine götürerek hafif hafif ağrıyan kalbini ovuşturdu. Bir süredir kendisini çok yorgun hissediyordu. Toplantı nihayet bitmişti ve şimdi doğruca oteline gitmeli, yatmalı ve dinlenmeliydi. Eşine ve çocuklarına bir telefon edecek, sonra da deliksiz bir uyku çekecekti.


Uykusundan ter içinde uyandı Abdullah Bey. Sadece pencerenin camından yansıyan ışıkların görüntüsü de olmasa oda zifiri karanlıktı. Büyük bir korku mengene gibi yüreğini kaplamıştı. Nefesini tam alamıyor, yutkunmak istiyor, yutkunamıyor, ağzını açıyor, sesi çıkmıyordu. Gözlerinin önünde sanki bir sis perdesi vardı. Nabzı kulaklarında atıyor ve kendisini rahatsız ediyordu. Odanın içinde soğuk bir rüzgar dolaşıyor ve şimşekler çakıyordu. Bu şimşekler gözlerinde miydi yoksa beyninin içinde mi? Ya bu gök gürültüleri? Kulaklarıyla mı duyuyordu yoksa gönlüyle mi?

“Ölüyor muyum ne? İşte bu kadarmış…” diye düşündü. “Ah be Abdullah, bu kadar çalış, çabala, uğraş didin… Aileni ülkenin en büyük ailelerinden birisi yap, tam kırk yıldır nefes bile almadan, bir gün bile tatil yapmadan yıllar geçir… Sonra, bu zavallı şehrin zavallı otel odasında, diyarı gurbetlerde son nefesini teslim et, yanında sevdiğin hiç kimse olmadan.”


Korku buz gibi bütün vücudunda dolaşır ve kanının giderek soğumaya başladığını hissederken, “Ölmemeliyim...” diye düşündü, “Ölmemeliyim ve direnmeliyim, en azından ülkeme varana kadar. Gürcistan’ da, ülkemden uzakta ölmeyi hak etmiyorum ki ben. İyi de, bu halde memleketime kadar nasıl gideceğim? Ne kadar oldu acaba gözlerim tavana dikili, elimi bile kıpırdatamadan öylece yatalı? Düşünebiliyor muyum? Evet, evet, aklım başımda sanırım. Neredeyim biliyorum, saat kaç acaba? Eşimle konuşmuş muydum? Ya oğlumla? Evet, ya aradım ya onları. Nereden bilecekler ki benim burada hastalandığımı? Yemek mi dokundu acaba? Midemde de bir kaynama var. Her an yatağa çıkartabilirim. Ah çocuklarım, güzel çocuklarım… Nasıl da severler beni. Hele şu en küçük oğlum, dayanamaz benim yokluğuma. Şimdi ne kadar üzülecekler kendilerinden uzakta yalnız başına hastalandım diye… Acaba ölür müyüm? Yok canım… Sanmam. Ben ne de olsa eski toprak sayılırım. Ne zorluklar gördüm, ne işkenceler, yine de direndim yaşamak için. Gözlerim de kararmaya başladı bari kendimi şu yataktan yere atabilseydim, en azından bir gürültü olurdu ve otelin görevlileri gelirdi belki. Haydi Abdullah, kendini biraz hareket ettirmeye çalışsan ya… Gece de geçmek bilmiyor yani. Doktor bana demişti ama dinlemedim ki onu.”


“Kendini dinlenmeye çek Abdullah Bey… Göğsünün orta yerine bir yumruk yemiş gibi ağrı duyduğunda artık kalp krizi başlamış demektir…” demişti.


“Bu kalp krizi mi şimdi? Herhalde öyle olmalı. Offf ya, of! Ağrı da giderek dayanılmaz oluyor yani. Boncuk boncuk terledim. Yatak bile terden ıslandı galiba, üşümeye de başladım. Gözlerim kararıyor. Ortalık simsiyah oldu…”


“Ne kadar kendimden geçtim acaba? Gözlerimi açmaya çabalıyorum ama açamıyorum ki... Ne oldu bana? Demek ki henüz ölmedim. Hayda, bir şeyler oluyor bana. Bir kitapta okumuştum ruhun yükselmesi böyle oluyormuş. Gerçekten ölüyor muyum ben şimdi? Daha ne kadar çok şey yapacaktım oysa, bitmemiş işlerim var benim. Acaba yeni bir anlaşma yapabilir miyim? Hayata yeniden dönebilir miyim? Otel inşaatı bile bitmedi. Ya yeni fabrika? Teknolojik ürünler üretecektim orada. Herkes görecekti benim kadar cahil bir adamın nasıl teknolojik ürünler ürettiğini. Bu iş illaki üniversite okumakla olmuyor, ne haber diyecektim onlara. Önemli olan zeka… Bak Steve Jobs’a o da üniversiteyi bitirmemiş ki. Yoksa bitirmiş miydi? Ya manyak mıyım neyim ben? Öleceğime yakın aklımdan neler geçiyor? Karım benden sonra yeniden evlenir mi acaba? Yok canım, oğlanlar izin vermez herhalde. Ah güzel kızlarım, beni ne kadar özleyecekler kim bilir? Acaba ben burada ölürken onlar ne yapıyorlar evde?”


Geçmiş günleri, çocukluğu ve yaşadığı zorluklar sanki bir film şeridi gibi geçmeye başladı gözlerinin önünden.


“Kötü bir babam vardı benim ve çilekeş bir annem. Çocukluğum ne kadar da acılar içinde geçti. Aç kaldığım günler oldu. Aç uyuduğum günler… Her türlü pisliğin yaşandığı berbat bir mahalleydi bizimki. Edindiğim kötü arkadaşlar ve sonunda istikamet islahevi tabii. Sonrasında da, küçük adi suçlardan bir iki sene yatıp çıktığım hapishaneyi de unutmamam lazım. Ya o hapisteki Derman Baba'nın bana göz kulak olması ve himayesine alması? Ya almasaydı himayesine, ya benim elimden tutmasaydı? Kızını bana vermeseydi? O zamanlar Derman Baba'nın bu kadar namlı bir kabadayı olduğunu hiç bilmezdim. Bilseydim, acaba bu hayata balıklama atlar mıydım? Ama yok canım, karımı severim ben, gerçi bu aralar kendisinden daha çok sevdiğim genç bir sevgilim olduğunu bilse hiç acımadan kıtır kıtır doğrardı beni. Aman duymasın da… Neyse, bunları öğrenemeden gidiyorum galiba, benden sonra neler olacak bilemem ama en azından ben görmeyeceğim. O eski suçlu, zavallı Abdullah’ ın yerinde yeller esiyor artık. Büyük iş adamı, büyük mafya babası Abdullah oldum artık... Adım suçlu diye bile geçmiyor ki artık. Hem yer altı dünyasında, hem de iş adamları içinde saygın bir yerim var benim. Her yıl vergi rekortmeni listelerinde ilk sıralarda ben varım. Mutluydum, çalışıyordum, istediğim her şeye sahiptim. Her şeye hem de… Malım mülküm, fabrikalarım, yatırımlarım, saray gibi bir evim, büyük bir plazam, otel zincirlerim, mükemmel bir eşim, sevgilim, çocuklarım… Saygın bir iş adamıyım artık, ihalelere katılıyorum. Keyfim yerinde, işlerim tıkırında, bu kalp krizi de nereden çıktı şimdi. İkisi kız, üçü erkek beş çocuğum var ve onlarda büyüdüler ve işlerin başına geçmeye başladılar. Onlara geçmişimden ve karanlık işlerimden hiç bahsetmedim. Onlar, benim pırıltılı dünyama aittiler. Offf ya, bari şu telefona bir uzanabilsem…”


Tekrar gözleri kararmaya, başı dönmeye, hırıltılı sesler çıkarmaya başladı. Göğsündeki sancı giderek artıyordu. “Herhalde yine bayılacağım.” dedi kendi kendine. Kafasından geçen son düşünceler bunlar oldu.


Kendine geldiğinde bir hafiflik hissetti önce, bedenine bakmak istedi, uçan bir duman gibiydi. Bedenine ait hiçbir şey yoktu. Hayalet mi olmuştu yoksa? Boşlukta süzülüyordu. O korkunç ağrılar dinmişti. Ne tarafa gitmek istese oraya doğru gidiyordu. Şekilden şekle girebilen gri mavi, hafif bir duman. “ Öldüm ben, kesin öldüm, ruhum da göğe yükseliyor…” diye düşündü.


“Artık sonsuz özgürlüğe kavuştum. Hem bak, istediğim yere doğru rahatça ve hızla gidebiliyorum.” diye geçirdi içinden. Şehir giderek küçülüyordu. Tıpkı bir uçaktan seyreder gibiydi. Gecenin altında, şehrin ışıkları sanki göz kırpıyorlardı ona. Gökyüzüne süzüldüğünde,


”Önce evime gitmeliyim. Bakalım arkamdan ağlıyorlar mı? Ah, benim canlarım, güzel ailem, gerçi henüz öldüğümü bilmiyorlar ki… “ dedi.

Nasıl zevkli bir şeydi bu gökyüzünde süzülmek, ne kadar hızlı gidiyordu. “Aslında ölmek böyleyse, fena değilmiş galiba.” diyerek gülümsedi.


Uçarak ülkesinin sınırlarından geçmişti. “Oh be, insanın kendi ülkesi gibi var mı? Rüzgarı, bulutları, havası bile bambaşka. Ah benim ıtır kokulu dağlarım, gecenin altında bile ne de güzelsin…”


Nihayet kendisine çok aşina gelen evlerin arasından geçerek evinin kapısına geldiğinde, sevgili kızları yanlarında serseri kılıklı iki erkekle gülüşerek bir arabadan indiler. Kızlarını görünce irkildi birden.


“Bu kızlar ne zaman bu kadar açık saçık giysiler giyinip dışarı çıkmaya başladılar?” diye düşündü. Konuşmalara kulak misafiri olduğunda, kızlardan birinin,


“Sevgilim, doktorun dediğine göre, babamın kalbi çok hastaymış. Çok fazla zamanı kalmamış. Her an ölebilirmiş yani. Hele bir ölsün de bak, o zaman hayat ne kadar güzel olacak, kimse karışamayacak artık bize. Bana kalan mirası alır, günümüzü gün ederiz seninle…” dediğini duydu.


Öteki kızı da kardeşini onaylayarak gülmeye başladı. Hepsi kahkahalarla gülüyor, o kılıksız serseriler kızlarına sarılıp duruyordu. Pislik herifler… Bu kızlar onun kızları mıydı? Üzerine titrediği kızları? Şimdi bunlara bir ders vermek gerekirdi ama sesi çıkmıyordu. O, bir ölüydü aslında. Sevdikleriyle vedalaşabilmesi için bir şans verilmişti o kadar. Kimse onu göremez ve duyamazdı.


“Bakalım eşim ne yapıyor ?” diyerek eşinin penceresinden süzüldüğünde, eşinin cep telefonuyla görüntülü konuşmasına tanık oldu. “Aman tanrım, yoksa onun da mı sevgilisi var? Yok canım! İnanmam…” Biricik karısı, hani kendisini çok seven, üzerine titreyen?


Konuşmalara kulak misafiri olduğunda, önce bir rahatlama hissetti. Eşi, en yakın kadın arkadaşıyla konuşuyordu. Önce duyduklarına inanamadı Abdullah. Eşinin korkunç bir kumar tutkusu olduğunu ve kendisinin işi olduğu her gece arkadaşlarıyla, özel kumar oynanan salonlara gittiğini öğrenerek dehşete düştü. Yani, o çalışıp çabalarken, eşi bir yandan kazandıklarını kumarda har vurup harman savuruyordu.


Hayal kırıklıkları devam ederken, ışıkları yanan salona yöneldi. Üç oğlu, yanlarına şirketlerinin finans direktörünü ve avukatı da almışlar, babaları öldükten sonra, şirketleri ve malları aralarında nasıl bir paylaşım yapacaklarını konuşuyorlardı.


“Bunlar gerçek olamaz, bu benim ailem değil böyle bir şeye inanamam..” diye kendi kendine söylenmeye başladı. Çocukları o sırada, salonda soğuk bir rüzgar estiğini hissederek, etraflarına bakındılar. En küçük olan içinden bir ürpermenin geçtiğini söyledi.


“Hain evlatlar, yahu, şunlara da bak…” dedi ve süzülmeye devam etti. “Acaba hizmetçiler ne düşünüyor?” diye onların bahçedeki küçük evlerine doğru ilerledi. Emektar hizmetlileri olan karı koca her ikisi de, evdeki çocukların hangisinden daha fazla aylık alacaklarını düşünerek bey öldükten sonra kimi destekleyeceklerini konuşuyorlardı.


Umutsuzluğu her geçen dakika artan Abdullah, “ Beni bir tek sevgilim anlar… Ah benim güzelim…” diyerek bu seferde onun evine doğru yöneldi. Bu görkemli villayı daha birkaç sene önce dünyanın parasını ödeyerek sevgilisine almıştı. Evden dışarıya taşan ışıklar pırıl pırıl her yeri aydınlatıyor, içeriden şen kahkahalar yükseliyor ve müzik sesleri caddeye kadar taşıyordu Sevgilisi, o güzel narin, çıtı pıtı sevgilisi, genç kaba saba bir adamla yanak yanağa sarmaş dolaş dans ediyordu. Usulca yanlarına sokuldu. Sevgilisinin, adamın kulağına eğilerek, “Benim tek sevdiğim sensin, Abdullah’ ı boş ver, onu sağmal bir inek gibi sağıyorum görmüyor musun? Hele üzerime birkaç ev daha alsın da, sonra tekmeyi basarız.” dediğini duydu.


Demek ki kendisini hiç seven yoktu evinde, hayatını harcadığı ailesi, sevgilisi, şirketteki adamları, herkes herkes ne kadar da kötü şeyler düşünüyorlardı. “Ölmemeliyim, ölmemeliyim…” diye düşündü ve çabalamaya başladı.


“Derhal bedenime geri dönmeliyim. Yaşamaya devam etmeliyim.” Hem gökyüzünde süzülüyor, hem de bunlara nasıl karşılık vereceğini düşünüyordu. Nihayet yeniden oteldeki odasına ulaşmıştı. Tekrar bedeninin içine girdi ve hem yorgunluktan hem de üzüntüden hemen uykuya daldı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini tam olarak bilemeden uzun bir süre çabaladıktan sonra, sonunda gözlerini açabilmişti, ağzını açtı, sesi çıkmaya başladı, elini oynatmak istedi, oynatabiliyordu, “Oh, yaşasın, ölümden geri döndüm galiba. İyi ama neredeyim ben?” diye düşündü, otel odasında olduğunu hatırladı. Telefonuna uzandı. İyi de, tüm bu gördüklerinden sonra kimi arayabilirdi ki?


Biraz düşündükten sonra kararını verdi ve şeytani bir gülümseme kapladı yüzünü. “Onlara gününü göstereceğim. Hele bir İstanbul’ a döneyim de görecek onlar…”. Döner dönmez dönmez kayın pederi Derman Bey’in yakın dostu olan Panter Nihat isimli meşhur kabadayıyı aradı ve tüm malını mülkünü ortaya koyarak büyük bir kumar oynamak istediğini, karşısına tüm malını mülkünü koyacak bir rakip aradığını söyledi.


Panter Nihat, “Sadece Derman Bey’ in hatırı olduğu için bu oyunu bir hafta içinde ayarlayıp, sana döneceğim.” dedi. Abdullah kararını vermişti. Oyunda kaybedecekti, hem de her şeyini. Bu arada ailesine de hiçbir şey belli etmeyecekti. Normal davranmaya çalışacaktı. Parasının bir kısmını kendisine, ayırdı ve İsviçre bankalarına gönderdi. Bu oyundan sonra İsviçre’ de yaşayacaktı ve ailesi de burada onsuz ve beş parasız sürüm sürüm sürünecekti. Onlara hiçbir şey belli etmiyor ama içinden sürekli “Görürsünüz siz… Canavarlar, ne olacak…” diyordu.


Sıra, büyük kumarın oynanacağı geceye gelmişti. Kumarı seyretmek üzere, İstanbul’ un sayılı iş adamları ve yer altı dünyasının ileri gelenleri Panter Nihat’ın mekanında toplandılar. Abdullah’ın iş dünyasındaki en büyük rakibi Aziz Bey, bu oyunu duyar duymaz, her şeyini almak amacıyla Abdullah’ ın karşısına çıktı. Salondakiler, bu kadar büyük bir oyunun neden oynandığını merak ediyor ve olanlara bir anlam veremiyorlardı.


Tek bir el oynanacaktı. Tek bir el, o kadar… Kazanan, karşısındakinin her şeyini alacaktı. Aziz bey, kendisine güveniyor ve gevrek gevrek gülüyordu., içinden “Nihayet onu alt etme şansım doğdu…” diyordu. Abdullah ise, sadece ailesine, sevgilisine vereceği dersi düşünüyor ve o da acı acı gülümsüyordu. Herkes nefeslerini tuttu ve oyun başladı.


Hava ağır mı ağırdı. Herkes heyecanını saklamaya çalışarak merakla oyun oynanacak masanın etrafında toplanmıştı. Abdullah gayet rahattı. Oyunun sonunda istediğine kavuşacağını umuyor, kendisini bir tüy kadar hafif hissediyordu. Aziz, heyecanlıydı, en büyük rakibini alt edebilecek olmanın verdiği hazzı iliklerine kadar hissediyordu. Panter Nihat, kuralları bir kez daha açıkladı:


“Oyuncular ve şahitler yerlerini alabilirler. Bir tek el oynanacak ve oyun bittiğinde kazanan kaybedenin her türlü malına mülküne sahip olacak. Bu oyunu oynamayı gerçekten istiyor musunuz? Hala vaktiniz var. Vaz geçebilirsiniz. “


Delici bakışlarıyla her iki oyuncuyu süzdü. Her ikisi de “Hayır” anlamında başlarını salladılar. Aziz, birdenbire ter içinde kalmıştı. Vaz geçmeyi düşündü bir an ama onu da yapamadı.


Panter Nihat’ın başlayın komutunu vermesiyle oyun başladı. Kağıtları dağıtan adam, Panter Nihat’ ın en güvendiği adamıydı. İfadesiz bir yüzü ve balık gibi bakan gözleri vardı. Sadece bir kez patronunun yüzüne bakmıştı. Son derece soğukkanlı bir şekilde işini yapıyordu. Kısa bir süre sonunda Panter Nihat tarafından kağıt destesi kesilerek tutulan kağıt, Abdullah’ın önünde açıldı. Aziz yüzünden terler boşalarak bulunduğu yere çökmüştü.


“Bittim, bittim ben! Şimdi eşime, çocuklarıma ne diyeceğim? Her şeyimi kaybettim. Nasıl böyle bir salaklık yaptım ben?” Neler umarak girmişti bu yola, sonuçta her şeyini ama her şeyini kaybetmişti.


Gün sonunda, Abdullah her şeyin sahibi olmuştu. Ailesine ders vermek isterken, serveti bir anda katlanıvermişti. Aziz, elleri titreyerek kağıtları imzaladı ve şahitlerde imzalarını attılar. Artık o hiçbir şeydi, rakibi ise, her şey… Ayaklarını sürüyerek oyunun oynandığı mekanı terk etti. Kapı kapandığı anda, duyulan silah sesi, Aziz’ in hayatına son verdiğini hepsine bildirmişti.


Abdullah, bu duruma ağlasın mı gülsün mü bilemedi. Ne beklerken ne bulmuştu. Kalabalığın arasında birden bire vahşice ve acımasızca gülen yüzleriyle üç oğlunu gördü. Kendisine bakışlarında kin vardı, nefret vardı, ürkütücüydü. En başta Panter Nihat olmak üzere oyunu izleyen herkes tebrik ediyor, sırtına elleriyle vurarak dostluklarını bildirmeye çalışıyorlardı, Bir gecede neredeyse dünyanın hatırı sayılır zenginlerinin arasına girmişti.


Çocukları yanına geldiler, hepsi birbiri ile şakalaşıyor ve sanki az önce gördüğü genç adamlar değil de babalarını çok seven evlatlar gibi davranıyorlardı. Abdullah’da çocuklarına sarıldı, şakalaştı ve kısacık bir an onların çok sevdiği oğulları olduğunu düşünerek mutlu oldu. Mekandan birlikte çıktılar, şakalaşarak yolda yürürlerken, çocukları babalarına neden böyle bir olaya kalkıştığını sordular:


“Neden böyle bir oyun oynadın? Bu nasıl bir risk almaktı baba? Senden öğrenecek ne çok şeyimiz var hala… Artık çok daha fazla zenginiz değil mi?”


“Evet çocuklar, artık dünyadaki sayılı zenginler arasındayız. Mutlu musunuz?”


"Hem de nasıl baba, hem de nasıl...”


“Neye niyet neye kısmet…”diye acı acı gülümserken, yolun karşısında park etmiş siyah camları kaplanmış bir bir arabadan açılan yaylım ateşe maruz kalan Abdullah, neye uğradığını bile anlayamadan yere yığılıp kalmıştı.


Gözleri kapanmadan önce tek söylediği “Ah Aziz, hiçbir şeyi şansa bırakmazsın sen… Biliyorum…” olmuştu.

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER