Bazen hiç beklemediğimiz bir anda geçmişten gelen bir anı sarıp sarmalar bizi. Nedir bizi geçmişte yolculuk ettiren bilemeyiz. Bu bir resim olabilir, bir söz, bir yer veya bir müzik parçası… Kişisel gelişimciler buna “çapa” diyorlar. Size de olur mu bilmiyorum ama bende bazı şarkıların müthiş öyküleri var. Örneğin Beatles’ın bir şarkısı vardır. “Hey Jude…” ben bu şarkıyı ilk olarak dayımın evinde o zamanlar pek gözde olan bir “Dual Pikaptan” dinlemiştim. İlk duyduğum anda etkilemişti beni bu şarkı ve hala ne zaman aynı şarkıyı duysam, dayımın evi, biz gençler o şarkıyı dinlerken, babam ve dayımın alçak sesle konuşmaları yani kısaca o gün ne yaşadıysam en küçük ayrıntısına kadar gözümün önünde canlanır. Ah derim, ah… İçten bir özlem yükselir, bu özlem şimdi bizlerle olmayan, geçmişte kalan anılara mı yoksa yitirdiğimiz sevgili canlara mı bilinmez…
En çok şarkılar etkiliyor galiba bizi, ya Barış Manço’nun ilk şarkısı Kol Düğmeleri, Timur Selçuk’tan Ayrılanlar İçin… Hele ki “Ayrılanlar İçin” şarkısını her dinlediğimde, ablalarımla beraber, her cumartesi gecesi babamdan izin alarak bizim odamıza taşıdığımız lambalı eski tip radyomuzun etrafında, gece saat 11 civarında nadir müzik programlarından birinde, heyecanla o şarkının çalınışını bekleyen genç kızlar gelir gözlerimin önüne. Hayalleriyle, umutlarıyla… Böyle pek çok şarkı var beni derinden etkilemiş ve hala da etkileyen. Diyeceksiniz ki bunlar hep geçmişten gelen şarkılar. Ya şimdi? Şimdilerde böyle şarkılar yok mu? Olmaz mı? Hem de ne kadar çoklar. Ama galiba onlar çocukluk veya gençlikteki gibi etkileyemiyorlar insanı. Bizim dönemimizde yaşayıp da Sezen Aksu’nun “Kaybolan Yıllar” adlı şarkısını duyunca göz pınarlarında yaşlar birikmeyen biri var mıdır?
Eski fotoğraflar, hele siyah beyaz fotoğraflar, alıp karıştırdıkça başka bir boyuta götürüverirler sizi. Babamın ve dedemin yıllar öncesinden kalma albümleri var evde. Gözüm gibi saklıyorum onları. Arada da açıp bakıyorum. Sanki ülkemin o yıllarına açılan birer pencere gibiler. Geçmişten kopup gelen.
Henüz renkli resimle tanışmadığımız yıllardı. Fotoğraflar kartpostal boyutunda değil de daha küçük bir boyutta basılır ve etrafı şekil verilerek kesilirdi. Küçücük, siyah beyaz, fotoğraftakileri zor tanıyabildiğimiz fotoğraflar… Benim Kodak fotoğraf makinemde, hiçbir pozu ziyan etmeden 36’lık filmle çektiğim, banyo yapılana kadar çıkıp çıkmadığından emin olamadığımız fotoğraflar. Nasıl da poz verirdik, en güzel giysiler giyilir, saçlar taranır, geleceğe birer anı hediye ederdik farkına bile varmadan…
Bazen bu etkiyi bir sokaktan geçerken de yaşarız. O sokak, bize geçmiş anıları süsleyip püsleyip yeniden sunar sanki. Sokakta bulunan bir ev, hala geçmişin izlerini taşıyan veya köşe başında bulunan şimdilerde köhnemiş bakkal dükkanı, hatta bunca yıl değişmeden kalabilmiş, üzerinde seksek oynadığımız kaldırım taşları… Eski bahçeli evler, hala duruyorsa zamana yenilmeden, inatla, birkaç dalını bahçesinden sokağa taşıran ağaçlarıyla… İşte oradadır, o ağacın altında arkadaşlarınla oynadığın oyun, hatta belki ilk hoşlandığın kişiyle birbirinize kaçamak bakışlar attığınız demir kapı… Yine gidersiniz geçmişin derinliklerine, gözlerinizi kapatır daha da içten yaşamak istersiniz o duyguları…
Lise son sınıftaydık, okulun son günleriydi. Artık mezun olacak ve hepimiz kelebekler gibi özgürce kendi hayallerimizin peşinden gidecektik. Heyecan ve hüzün… Hayatımızda bir dönem kapanıyor ve yeni bir dönem gülümsüyordu bizlere. Umut doluyduk, dünya bizimdi, başarılı olacaktık ve hepimiz yaşayacağımız hayatlarımızla imzamızı bırakacaktık geleceğe…. Ah o günler… O yıllarda yeni çıkmış bir 45’lik plakta yer alan Modern Folk Üçlüsü’nün “Ağlamak Geliyor İçimden” adlı şarkısını sınıfta, hep bir ağızdan o kadar çok söylemiştik ki. Sanki bizim şarkımız olmuş gibiydi ve bendeki plağın üzerini sırayla hepimiz imzalamıştık. Hala saklarım… Şimdilerde ne zaman aynı şarkıyı duysam, o sınıfın neşesini, arkadaşlarımı, hayallerini, üzüntülerini, gençliğin verdiği her konuya gülebilmenin güzelliğini yeniden yaşarım ve tabii biraz da “Ağlamak Gelir İçimden…”
İnsan olmanın zor tarafları olduğu gibi güzel tarafları da var. En güzeli de galiba duygularımızın olması. Ah o duygular, insanı alıp bir yerden bir yere ışık hızında sürüklüyorlar. Kaçmak mümkün değil, aynı hızla en derinlere dalıp, en tepeye çıkmak için geçen süre ne kadar da kısa. Bir an…
Günümüzden geçmişe doğru uzanan ve her insan için ayrı güzellikler barındıran zaman tünelimizde öyle anlarımız var ki… Bazen bir kapı çalar ve açtığınızda size seslenen birisi vardır anılarınızda, önceden okuduğunuz bir kitabın sayfalarını yeniden açtığınızda, sayfaların arasından düşen birkaç satır karalanmış ve sararmış bir kağıt parçasına doluşup gelir anılar, bazen dolabın gözlerinin birinde unutulmuş, bir kuru çiçekle beraber saklanmış bir mektuptur, internette gezinirken karşınıza çıkan bir haberde bulursunuz onun izlerini…
İşte böyle bir şey, geçmişten geleceğe bizi bırakmayan ve adına anı dediklerimiz…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net