Bugün haberlerde okudum. Fırat Kalkanı harekatında, şehit düşen askerlerimizden birinin annesi anlatmış. İçler acısı, hiç bir annenin yaşamaması gereken korkunç bir olay gerçekleşmiş. Anne, oğluyla konuşurken, çocuğu ona, "Anne göğsümden vuruldum..." demiş. Ne kadar üzücü, ne kadar sarsıcı bir gün. Yaşanmaması gereken bir gün, keşkelerle dolu, dualarla dolu saatler...
O telefonun bir tarafında, oğlunun canının bağışlanmasını dileyen, yalvaran bir anne, diğer tarafında, kendisini dünyada karşılıksız seven iki kişiden biri olan annesine, vurulduğunu haber veren bir asker, bir evlat, bir çocuk...
Ah, o anne neler yaşadı kim bilir, kaç kere öldü öldü dirildi, ben öleydim oğlum yaşasaydı dedi, ne olur diye yakardı, korktu, fenalaştı...Taşlar sıra sıra dizildi yüreğine... Gözyaşları, aktı mı akmadı mı bilemem, bağırmak geldi içinden göğsünü yırtarcasına...
Okuduğum andan beri sanki bir yumruk oturdu yüreğime... "Ya..." diye başlayan cümleler diziliverdi boğazıma. Ya dedim, benim çocuğumun başına gelseydi... Düşünmek bile sanki öldürüverdi beni. Korku, acı, adına hangi duyguyu koyarsanız koyun tarifi imkansız bir şey bu...
Sonra dönüverdim doğduğu güne... Birisi, sanırım ablalarımdan biri, "Oğlun oldu..." dedi. Oğlum olmuştu. Oğlumdu o benim. Benden bir parça, kanımdan ,canımdan, hatta ruhumdan... Hayat boyu benimle beraber olacağını bildiğim o güzellik...
Gün geçtikçe o büyüyor, her gün yeni bir şey öğreniyor, pırıl pırıl gözleriyle bana bakıyor ve gülümsüyordu. Yıllar sonra, en büyük dostum olmasını umduğum çocuk, büyürken öğrendiklerinin yanı sıra, o da bana her gün bir şeyler öğretiyordu.
İlk defa ateşi çıkmıştı anımsıyorum. O kadar korkmuştum ki sanki o gün ellerimin arasından kayıp gidiverecek gibi gelmişti. Eşim eve geldiğinde korkmuş bir şekilde sanki o hemen iyileştirecekmiş gibi çocuğu ona doğru uzatmıştım. Defalarca ateşi çıktı ilerleyen yıllarda. Deli ateşi olan bir çocuktu. Hemen yükseliverirdi. Her ateşi yükseldiğinde bir mengeneye konulmuş gibi hissederdim kalbimi. Ta ki ateşi düşüp normal hayatımıza dönene kadar.
Hayatıma girdiği andan itibaren, bir tek gün dahi artık onsuz değildi. Düşüncelerimde bile o vardı... Nasıl bir sevgiydi bu, sonsuz ve sınırsız....Hiç bir zaman yük gelmedi, hiç bir zaman "öf" demedim, hiç bir zaman özgürlüğümü kısıtlayan bir varlık olarak görmedim. Tıpkı diğer anneler gibi... Tıpkı bütün anneler gibi... Emanetti o... Bize emanet... İyi bakmamız için, yetiştirmemiz için bize verilmiş bir emanet. Bir ebeveyn olarak bizim görevimiz çocuğumuzun en iyi şekilde yetişmesini sağlamak, mutlu bir hayata hazırlamaktı.
Yıllar geçmeye devam etti... Okul yılları, yazlar, kışlar birbiri ardına geçmeye başladı. Büyüyordu, artık çocukluktan çıkmıştı genç bir adam olmaya doğru ilerliyordu. Derken, sıra üniversiteye geldi. Sakarya' ya gidecekti. Depremden hemen sonraki sene, 2000 yılında, yıkılmış perişan olmuş bir şehre, Sakarya'ya gönderecektim. Eşim bana göre çok daha sakince karşılıyordu bu durumu. O, zaten her zaman çok daha sakin bir insandı. Duygularını çok az belli eden bir adam. Nihayetinde oğlum gitti... O şehre gitti. Orada geçirdiği yıllar kendisine çok şey kattı. Yemek yapmaktan, fatura ödemekten, alış veriş yapmaktan, evi derleyip toplamaktan tutun da pek çok meziyet edindi, büyüdü..
Sonraki yıllarda, dedim ki her erkek çocuk, aslında bir kaç yıl anne ve babasından uzak kalmalı. O yıllarda çok zor gelmesine rağmen, oğlumun her İstanbul'a gelişinde bir erkek olmayı başardığını görmeye başladım. Bir çok arkadaş edindi. Kardeş gibi arkadaşlıklar oldu hepsi. Arkadaşlıkları pekişti. O yıllarda edindiği arkadaşları, hala can dostları oldu.
Yıllar yılları kovalıyordu. Bir gün, ben restoranın birinde yemek yerken, telefonum çaldı. Neşeli, genç bir erkek sesi telefonda bana: "Anne, okul bitti..." dedi. Sesinde melodiler vardı sanki. Ben neler mi hissettim? "Mutluluk bu herhalde..." dedim. Gözlerim mi doldu, yüzüm mü karıştı, neler yaşadım neler düşündüm bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardı. Artık benim oğlum, ayaklarının üzerinde durabilen bir genç adam, bir birey olmuştu... Bu kadar yıldır yaşıyorum, "Hayatta en mutlu olduğun gün nedir?" diye bana sorduklarında, işte o gün geliyor aklıma ve o genç, neşeli sesin söyledikleri hala kulaklarımda. "Anne, okul bitti..."
Artık eve dönmüştü. Sıra askerliğe gelmişti. Askere yolcu ediyorduk onu. Arkadaşları da gelmişti onu yolcu etmeye. Klasik havaya atıp tuttular... Neşeli genç insanlardan oluşan bir topluluk. Güle oynaya arkadaşlarını yolcu ediyorlardı. İçim ürperiyordu. Herhalde askere oğlunu yollayan her anne ne hissediyorsa, ne bir eksik ne de bir fazla, bende aynısını hissettim. Eşimi de askere yollamıştım. Bu bir başkaydı. Oğlum askere giderken eşimin gözlerindeki bakışta ne çok anlam yüklüydü. Ben çok kötü olmuştum. Eşimin bana dediğini hiç unutamam :
"Biz oğlumuzu Türkiye Cumhuriyeti Devletine emanet ettik Betül..." demişti.
Daha öncede yazmışımdır belki, oğlumun askerde ne yaptığını, nasıl günler geçirdiğini hep düşünürdüm. O yıllarda Turgut Özakman'ın "Şu Çılgın Türkler" kitabı yeni çıkmıştı ve ben o kitapta Afyon ovasında soğuktan titreyen ve gün ağardığında savaşa gidecek askerlerimizi okuduktan sonra, kendi kendime dedim ki:
"Sus Betül, artık oğlunu düşünme, unutma, o çocuklarda bir annenin evladıydı..."
Askerlik bitti. Çok şükür... Artık eve dönmüştü. Başka sorunlar vardı hayatımızda iş bulmak, hayatını tanzim etmek gibi... Hayat akıp giderken tüm bu sorun gibi gördüğümüz konular, teker teker sahneyi terk etti.
2015 yılının, Mayıs ayının 12' sinde, doğumhanenin kapısında onunla, oğlunun doğumunu bekliyorduk. Heyecan içindeydik ve bizim minik kuzu, kapıda göründü. Bir oğluma baktım, bir torunuma. Dedim ki;
"Teşekkürler Allah'ım..."
Bu ne güzel bir andı... Ne kadar yoğun duygular yaşatıyordu insana...
O günlerden bugüne geri dönecek olursak, kızım olmadığı için bilemiyorum ama anneler ve erkek çocukları arasında bir bağ var. Hiç kimse tarafından yıkılamayan, sarsılamayan, mükemmel bir bağ... Mutluluğun başka bir şekli bu. Ben, her anne gibi, oğlumun sesinde kırgınlık varsa anlarım, bir şey olmuş derim. Gözleri çakmak çakmaksa anlarım, öfkeli bugün derim. Nefes alışından bile anlarım, hırslı bugün, birisine kızmış derim. Neşeli, gülen ses tonuna da aşinayımdır. Derim ki, işler yolunda. Yani, kısaca bir anne, aslında her anne, oğlunun her hareketini bilir, tanır.
Bizler, anneler, evlerimizde, orada burada her yerde evlatlarımızla yaşarız, yaşıyoruz ve onlar mutluysa mutlu oluyor, mutsuzsa, mutsuz oluyoruz. Terör olayları ile can veren, çatışmalarda şehit olan her evladı kendi evladımız olarak hissediyor, içimizi derinden titreten bir acı duyuyoruz. Hepimiz kendimizi o annenin yerine koyuyoruz.
Diyoruz ki, hepimiz içten bir şekilde, "Ah anne, üzülme, acını o kadar iyi anlıyoruz ki, senin evladın da bizim evladımız..."
Bu nedenle içim büklüm büklüm diyorum ki;
"Sevgili anne, şehidimizin annesi, sen evladını kaybettin ya, inan bizler de seninle beraber sanki evlatlarımızı kaybettik. Üzüldük ve kahrolduk.."
Evlatlarımızı bir arada tutmanın, yaşatmanın, mutlu etmenin yollarını bulmalıyız. Bu, bizlerin bir erkek çocuk annesi olarak görevimiz...
Tüm acıların dinmesi dileğiyle...
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net