Bir evde yüklük varsa, o evde yatılı kalmaya gelen çok fazla misafir var demekti. Çocukluğumda, özellikle yaz günlerinde ne çok misafir gelirdi bizim evimize. Misafir demek, akşam çocuklar için müthiş bir eğlence demekti. Yerlere sıra sıra serilen yataklar, özenle yerleştirilen tertemiz, mis gibi sabun kokan çarşaflar ve üzerinde zıp zıp zıplayan ve kendilerini yataktan yatağa atan, neşeyle gülen, eğlenen çocuklar…
Büyükler çocukların bu hallerine biraz kızarmış gibi yaparlar, yatakların üzerinden çekilmemizi isterler, bir yandan da bizim neşemiz onları da sarardı. Yatak hazırlanması ne güzel bir seremoniydi. Sonra yorgun düşen çocuklar ve büyükler yavaş yavaş yataklara uzanır ve birkaç kıkırdama ve mırıltılarla konuşmalar devam ederdi. Ta ki içeriden babamın davudi sesini duyana kadar. “Haydi bakalım, herkes uykuya...” Sonrasında o mis kokulu, sevgi dolu evlerde uyuyakalan insanlar. Sabaha kadar…
O güzelim demlenmiş çayın ve kızarmış ekmeğin kokusu odalara doluşana kadar uyku devam ederdi. Bazı sabahlar, katmer, peynirli gibi Kayseri’nin hamur işleri karşılardı bizleri, bazen de muhteşem yaz meyvelerinden yapılmış cam gibi parlayan güzelim reçeller. Reçel denilince hangi çeşidini saysam ki… Çilek mi, vişne mi, kayısı mı? O zamanlar bir dilim tereyağlı ekmek üzerine sürülen herhangi bir reçelle nasıl da zevkle doyardık. Şimdilerde keyifle reçel yemeyi bile unuttuk.
Tabii ki yataktan kalkan herkesin kendi yatağını, çarşafını toplaması ve bir kenara istiflemesinin görevi olduğunu söylemeye bile gerek yoktu. Herkes uyanır uyanmaz tıpkı el yüz yıkamak gerektiği gibi, yataklarını toplamayı da adet edinmişti. Gece konuşulanlar, kıkırdamalar ve herkesin ağzından dökülen kelimeler, tüm yorganlar, yastıklar ve yataklarla beraber yüklüklerde yerini alırdı. Ta ki bir sonraki geceye kadar…
O beraber edilen kahvaltılar, bir masanın etrafında toplanılan ve neşeyle konuşulan… Yaz günlerinin güzelliği, hafif hafif esen ve perdeleri hareketlendiren rüzgar, birkaç gün 30 derecenin üzerine çıktıktan sonra, hemen koşup gelen kısa bir yaz yağmuru… Ah benim efsane şehrim, İstanbul’um daha mı güzeldin sen eskiden? Bizleri bir başka sarıp sarmalardın sanki.
Artık kahvaltı bitmiş ve anneleri günlük işleri bir an önce bitirmek için tatlı bir telaş sarmış olurdu, yapılacak yemekler için mutfağa girerlerdi. Gün içinde o kadar kişiye yetecek yemekleri özenle hazırlar, hiç yüksünmeden koca bir orduyu doyuracak kadar yemek hazırlayarak, muzaffer bir kumandan edasıyla, önlüklerini çıkartıp mutfağı yemeklerle dolu, tertemiz bırakırlardı… Hele ki o gün köfte patates varsa o gün, biz çocuklara bayram olurdu. Ben en çok, sıcak yaz günlerinde pişirilen bir tencere dolusu kızarmış patates ve kızarmış köftenin kokusunu hiç unutamam.
Biz çocuklar da, büyükler de öğleden sonra daha bir serbesttik. Anneler el işleriyle, bizler okuduğumuz kitaplarla veya birlikte oynanan oyunlarla vakit geçirirdik. Evimizde “hazır ol…” borusu babamın işten eve gelişiyle çalardı. Kısa sürede muhteşem bir sofra hazırlanır, herkes masanın etrafında yerini alır, günün nasıl geçtiği anlatılırdı. Biraz günlük olaylar, biraz dünyada ve ülkede neler olup bittiği derken, yemek bittiği anda artık anneler yerinden kaldırılmadan biz çocuklar hem masayı toplar, hem kahveleri hazırlar, hem de mutfağı toplayarak bir sonraki sabaha pırıl pırıl ve hazır hale getirilirdi.
Sıra yine yatakların serilmesine geldi mi, başlasın eğlence…
Bir evde yüklük varsa, o evin halkı da kalabalık demekti. Şimdi öyle mi? Evler daha büyük, o günlere göre çok daha konforlu, herkesin yatacak belirli bir yeri var, hepimizin kendi özel alanımız, odalarımız var. Hatta bazı evlerde artık bir kişi misafiri bile ağırlayacak yer yok. Artık yastıklar, yorganlar, nevresimler her şey modaya uygun ve eskilerden eser yok.
Film şeridi gibi derler ya, öyle geçip gitti o günler gözlerimin önünden, içimde bir yerler sızladı, o yılların özlemi sardı dört bir yanımı ve anladım ki galiba yüklükler gitti, evlerin neşesi de onlarla gitti…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net