Parke Taşları Kaplı Yollar...
Ben, İstanbul’un çok eski tarihi semtlerinden birinde, her gün üzerinden çok kişinin gelip geçtiği ve yakın zamanlarda trafiğe kapatılmış, sadece yaya geçişine izin verilen bir sokağında, yıllar önce bir yol işçisi tarafından yerleştirilmiş parke taşlarından biriyim.
Ah bir bilseniz, nasıl özenle yerleştirmişti beni ustam. Dilinde bir türkü, kulağının arkasına yerleştirilmiş bir sigara, kavruk yüzünde geçmiş yılların izi, alnı yer yer akan terden ıpıslak, gözlerinde hala bitmeyen bir umut ve elleriyle özenle seçe seçe yerleştirdiği taşlar… Kimimiz gri, kimimiz hafif pembe. Hepimiz ustanın ellerinin değmesini, sıranın bize de gelmesini ve bizleri yerimize yerleştirmesini heyecanla beklemiştik…
O zamanlar sokakta yerinden sökülüp bir kenara yığılan Arnavut Kaldırımı yapımında kullanılan taşların bizleri görünce başlarına neler geleceğini sezerek ne kadar üzüldüklerini hiç mi hiç anlamamışım. Yenilik adı altında onları söküp attılar. Sonrası mı? Hepsini bir kamyona yükleyip götürdüler. Acılarıyla, anılarıyla… Kim bilir ne yaşanmışlıklara şahitlik etmişlerdi. Şehrin tarihçesinde hepsinin izi vardı. Yağmurların deliler gibi yağdığı zamanlarda bile aralarındaki boşluklardan toprağa kavuşmasına izin vermişlerdi su damlalarının. Üstlerinden atlayarak, zıplayarak, sekerek okullarına koşan çocuklar, aceleyle işlerine yetişmeye çalışan babalar, anneler, hafif kısılmış sesiyle yoğurt satmaya çalışan yoğurtçu, mahallenin güvenliğinden sorumlu yaşlı bekçisi, mahalledeki dükkanını açmak için hızlı adımlarla yürüyen esnaf… Sadece içlerinden en yaşlı olanın bir cümlesi uzun yıllar kulaklarımdan gitmedi. “Sadece bizi değil, tarihi ve anılarımızı söküyorlar…” diye sızlanmıştı.
Birkaç usta birlikte yolu yeniden döşemeye devam ettiler ama doğrusu ya bizimki çok mahirdi gerçekten de. Akşam olup, güneş ertesi sabaha kadar karşıdaki evlerin üzerinden veda edip giderken, ustamız son bir defa doğrulup bize baktı. Yaptığı işten memnun olan ve huzur duyan insanların ifadesi kaplamıştı yüzünü. Bütün işçiler yavaş yavaş doğrulup bir araya gelmeye başladılar. Bugünkü işleri burada bitmişti. Birazdan yol yine trafiğe açılacak, gelen geçen yayalar, arabalar ve bir gürültüdür kaplayacaktı her yanı, ta ki akşamın geç saatleri gelene ve herkes evlerine çekilene kadar…
Bu yolda neler neler yaşadım ben. Sadece ben mi? Diğer taşlarla beraber, gelip geçenlerin ardından bazen konuştuk, bazen güldük, bazen üzüldük.
Benim bulunduğum yer, sokağın ortalarına doğru, aslında bu eski sokaktaki her yere hakim olan en mevki yerlerden biri. Arkamda güzel mi güzel, görkemli bir apartman var. Sanırım epey de eski. Ama hala güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. İçinde yaşayanlar da kibar, güngörmüş insanlar. Hepsini çok iyi tanıdım artık. Eee, yıllardır buradayım. İnsan nasıl tanımaz?
Karşı apartmanlarda da genellikle eski tabirle “kalburüstü” aileler oturuyor. Sadece bu apartmanların bodrum katlarında birkaç öğrenci kiracı olarak kalıyor. Galiba bir de apartmanların görevlileri var. İlerideki apartmanlardan birinden çıkan güzel kadın, her sabah aceleyle geçer önümüzden. O kadar güzel giyinir ve öyle güzel saçları var ki onu gördüğümüz anda neşeleniriz hepimiz. Genelde hep güler yüzlüdür. Sadece birkaç gündür nedense gülmüyor yüzü, mendil elinde, üzüntüyle koşturarak evine gidiyor. Geçen gün yanımdaki arkadaşım dedi ki;
“Sokağın başına kadar her gün bir araba getiriyor onu. Adam kolunu tutup bırakmak istemiyor sanki, ama o zorla çıkıyor arabadan, kurtarıyor kendini.”
“Neden ağlıyormuş bilmiyoruz değil mi?”
“Yok, henüz öğrenemedik. Gözyaşları sanki içime akıyor benim. Ağlayan insanlara, hele ki bu güzel bir kadınsa hiç dayanamıyorum.”
“Ne insanlar yaşıyor bu sokakta, daha önceden de ne aşklar, ne hayatlar yaşanmıştır kim bilir. Hep merak ediyorum ama bilmek imkansız.”
Akşam olmuş ve sokak giderek sessizliğe gömülmeye başlamıştı. Sadece taşların mırıl mırıl sesleri yükseliyordu. Artık onların saatleri başlamıştı. Hepsi birlikte sokakta neler gördüklerini, neler olduğunu birbirlerine anlatmaya başlamıştı.
“Biliyor musunuz bugün üç adam geldi sokağa her tarafı inceleyerek dolaştılar.”
“Neden ki? diye cevap verdi bir diğeri.
“Galiba bu sokaktaki evler falan hepsi kentsel dönüşüme gidecekmiş.”
“Aaaa, ne demekmiş o? Nasıl yani? Peki ya bizler?”
“Hepsi boşaltılıp yıkılacak, sonra da yeniden yapılacakmış. Koca koca evler yok olacak ta seni mi düşünecekler? Ne kadar taş kafalısın. Hepimizi sökecekler tabii ki…”
“Ben bu sokaktan gitmek istemiyorum. Gerçek mi bu duydukların?”
“Yarın mühendisler falan gelecekmiş. Ölçü alacaklarmış. Belediye falan da dediler, yeni imar planı mı ne yapılmış.”
“Ah ya, bize de olanlar olacak desene. Bir yerimizde bırakmıyorlar yani.”
“Hazırlanın, bu sözler bir kere konuşulmaya başladı mı artık eninde sonunda gerçek olur.”
Tüm taşlar derin bir sessizliğe gömüldüler. Bu güzelim sokak, tarihin izlerini taşımayacak, kişiliksiz, modern görünümlü sokaklardan biri haline gelecekti. Yeni yapılan evlerin tamamı aynı renk, aynı model, kişiliksiz apartmanlar olacaktı. Hatta çocuklar evlerini karıştıracak ve bulamayacaklardı belki de. Taşların hepsinin yüreklerine derin ve ağır bir üzüntü çökmüştü. Sabahın ilk ışıkları görünene kadar hepsi öylece hüzünle beklediler.
Ve sabah…
Henüz hiçbir şeyden haberi olmayan mahalleli her sabah olduğu gibi telaş içinde sokağı doldurdular. Taşlar, duyduklarını onlara söylemeyi istediler ama ne mümkün!
Böylece birkaç gün daha geçti. Sokaktaki evlerin birinde kalan öğrenciler durumu sosyal medyadan öğrenmiş ve daha birkaç saat bile geçmeden bütün sokak bu haberle çalkalanmaya başlamıştı. İnsanlar tasalı tasalı girip çıkıyorlar, esnaflar asla dükkanlarını terk etmeyeceklerini söylüyor, her kafadan bir ses çıkıyordu. Böylece huzursuz bir şekilde bir ay geçtikten sonra, önce mali durumları daha iyi olanlar, sonra diğerleri her gün birkaç aile yavaş yavaş sokağı terk etmeye başladılar.
İlkbahar geldiğinde sokakta birkaç aileden başka kimse kalmamıştı ve tabii bir de sokaktaki taşlar… İnşaat şirketleri önceleri birkaç daireyi ikna edemediler bir türlü. Onlar çıkmak istemiyorlardı. Onlar burada kaldığı sürece inşaat başlayamıyor, bu işe en çok sevinenler de sokaktaki parke taşları oluyordu.
Belediye, yerlerinden çıkmamak için direnen evlerin önce elektriklerini, sonra suyunu kesti ve çıkış için onları zorlamaya başladı. Sonuçta, inşaat şirketlerinin karşısında fazla dayanamayan ev sahipleri de mecburen evlerini boşalttılar.
Artık sokakta hiçbir aile kalmamıştı. Rüzgar sokağın bir başından giriyor, öbür tarafından çıkıyordu. O güzelim pırıl pırıl sokak ürkütücü bir hal almıştı. Önce evlerdeki pencereler, kapılar gibi çıkabilecek olan malzemeler taşındı. Sonrasında korkunç homurtularıyla dozerler girdiler. Taşların üzerinden geçerlerken her birini inciterek geçiyorlardı.
Çok kısa bir süre sonra, sokağın iki yanındaki o güzel apartmanlar yerle bir olmuştu. Sıra taşlara gelmişti. İnşaat kamyonlarının geliş gidişinde zorluk yaratan parke taşlardan da bir an önce kurtulmak gerektiğini söylemişti mühendislerden biri.
Hoyratça çıkarıldılar yerlerinden yıllar önce onları özenle yerleştiren ustalarının aksine. Atıldılar öbek öbek bir yerlere. Sonrasında bir kamyona yerleştirildiler ve o esnadaki ağıtlarını kimsecikler duymadan, boğazları düğüm düğüm kim bilir nereye atılmak üzere sokağı terk ettiler.
Bir kentsel dönüşüm hikayesi daha başlamıştı. Şehir giderek güzelliğini ve tarihi dokusunu kaybediyordu. Taşlardan biri giderken yeri göğü tutan bir feryatla; “İyi ki bizlerin eski halini fotoğraflayan insanlar varmış. Bizleri kimse hatırlamayacak yoksa.” deyince, taşların en yaşlısı “Fotoğraflar olsa ne olur ki tarihimizi kaybediyoruz böyle böyle…” dedi.
Sahi, bu adına “Kentsel Dönüşüm” dedikleri şey, yoksa kentin o kendine özgü dokusunu yok etmek için mi yapılıyordu?
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net