Ne oluyor bunlara böyle? Bir telaş, bir telaş… Hiç böyle maaile bir arada haber falan dinlediklerini görmemiştim. Hepsi yemeklerini bitirmeyi bile beklemeden televizyonun başına toplandılar. Önemli bir şeyler oluyor galiba. Bir ben mi anlamıyorum neler olup bittiğini? Offf ya of… Bak şimdi nasıl da meraklandım… Ah bir kulak kesileyim bakalım ne konuşuyorlar?
“Anne, şimdi bizler okula gitmeyecek miyiz?”
“Hayır, tüm çocuklar ve üniversiteye giden gençler, evdesiniz artık… Galiba 65 yaş üzeri olanlara da sokağa çıkma yasağı gelecek. Belki onlar hiç dışarıya çıkamayacaklar.”
“Peki siz?”
“Biz belki evden çalışacakmışız. Artık evde sizlerle beraber olabiliriz yani. Henüz tam belli değil.”
“Babam?”
“Babanız gidecek sanırım. Sadece çocuklara ve gençlere okullar kapatıldı. Şimdilik.”
“Ay iyiymiş valla ama sen de evde olmasaydın biz daha çok eğlenirdik yani…”
“Ne bencil sıpalarsınız ya… Oğlum evladım, virüs bu virüs… Salgın yani. Biz de tehlikedeyiz. Yani hepimiz. “
“İnternet var mı peki?”
“Var, var internet açık.”
“O zaman mesele yok.”
Ercü ağır ağır yerinden kalktı ve evde volta atmaya başladı. Birden durdu ve karısına dönerek:
“Şimdi bizim şirketi de kapatırlar mı sence Füsun?”
“Ne bileyim ben, Allah Allah, sanki daha önce böyle bir salgın yaşadık da.”
“Annem de sokağa çıkamaz şimdi. İyi ki bizim evin yanına taşımışız onu. En azından ihtiyaçlarını ben alabilirim.”
“Yaaa, evet… Tüm bu olanlar sırasında aklına gelen ilk annen değil mi? Hayret bir şey ya…”
“Aman Füsi, sen de benim anacığımla bir anlaşamadın gitti.”
“Nasıl anlaşayım Ercü? Evlendiğimiz günden beri annen beni hiç sevmedi ki..”
“Tamam, tamam benim anamla uğraşma. Sen kendi annene bak. Günün raporunu almak için birazdan arar şimdi.”
“Arayacak tabii, arayacak. O benim annem! Aşk olsun Ercü ya, anneciğimin bir tek akşamları araması da battı sana yani…”
“Bütün gün hiç konuşmuyorsunuz sanki. Ben de inandım Füsi…”
Bunlar büyük hanım yüzünden eni konu kavgaya tutuşacaklar. Füsun’un annesi de ayrı bir cins. Bir kere çok kaprisli ve kıskanç bir kadın, ama cami yıkılmış, mihrap yerinde derler ya halen çok güzel. Kim bilir gençliğinde nasıldı. Zaten kızı da ona benziyor sanırım. Kocası da bir şımartmış, bir şımartmış, her zaman herkesten aynı ilgiyi bekliyor. Bir türlü damadını kızına yakıştıramadı. Ağzını açtığında “Kimler kimler istedi de kızımı, gitti buna aşık oldu…” der, başka da bir şey demez. Büyük hanım öyle mi ya, hep alttan alır, gelinini de sever torunlarını da ama illaki oğlu, başkadır oğlu. Bu eve geldiğinde, oğluna sarıldığında, sesinin tonundan her zaman onun evladına duyduğu müthiş sevgiyi fark ederim ben. Oğlu da onu çok sever, hoş tutar, “Annem…” dedi mi bir daha annem sözü dökülür ağzından ama ah bu karısı yok mu karısı…
O da onun zayıf halkası. Çok aşık olmuş. Kalbinin yarasını iyileştirmiş Füsun. Ben o zamanlar yoktum, sadece anlatılanları biliyorum tabii. Bu evi alıp taşındıklarında Füsun beni bir saatçide gördü aldı da, ben de bu ailenin vazgeçilmez bir ferdi oldum. O gün bugündür her bir şeylerini bilirim. Bir ben, bir de şu salonda duran tablo ve mutfaktaki saat. O tabloyu da taa genç kızlığında almış Füsun. Yıllardan beri de hiç yanından ayırmamış. Ev halkı uykuya yatınca tablo, ben ve mutfaktaki saat dedikoduya başlarız. O gün olanları konuşuruz. Tablo bana salonda olanları anlatır, ben de ona evin girişinde olanları. Ben sadece antreyi değil, mutfağı da iyi görüyorum gerçi. Göremediklerimi de mutfaktaki dostum dijital saat bir bir anlatır bana.
Bir tek yatak odalarında neler olup bitiyor onu bilemiyorum işte. Aman, onu da bilmem gerekli değil sanırım. Eee, bunlar da aşıklar birbirlerine. Ne yaparlarsa yaparlar canım, bana ne, yeter ki mutlu olsunlar da… Bakma Füsun da arada bir kızmış gibi yapsa da, kayınvalidesine söz etse de, aslında deli gibi sever kocasını. Ercü dedi mi, bir başka Ercü dökülür ağzından. Her ikisi de genç, işlerinde başarılı ve kadın afet, adam çok yakışıklı. Füsun, kocası eve geç geldiği zamanlar öyle bir endişelenir ki. Hep bir kaybedeceğim korkusu var içinde. Yıllar öncesinde adamın bir ilk aşkı varmış. Onunla birlikte olamamışlar, çok aşk acısı çekmiş. Kızı da başkasına vermişler. O zamanlar Ercüment solmuş, sararmış, yemeden içmeden kesilmiş çocuk. Ailesi bakmış ki oğlan elden gidecek yurt dışına göndermişler. Yüksek lisans falan derken, eee yurt dışında biraz da dağıtmış tabii, sonrasında kendisini toparlamış ve geri dönmüş. Sonra mı? Sonrasında, Füsun çıkmış karşısına.
Öyle güzel ve alımlı bir kadını kim görüp de beğenmez yani, ben bu duvara yapışık olmasam valla ben bile isterdim onunla beraber olmayı. Salondaki tablo da diyor, kadın çok güzel ama adam da çok yakışıklı, ben de bu duvarda olmasam, bu adamı kesin kendime aşık ederdim diye. Velhasıl, tablonun gözü Ercü’de, benimki de Füsun’da. Genç kadın bir yandan çalışıyor deli gibi, bir yandan da çocukları iyi yetişsin diye yıllardır götürmediği kurslar, sporlar, sosyal etkinlikler kalmadı. Ay valla at binmeye bile götürdü çocukları. Sadece at binmek olsa, yazın yaz okullarına yüzme öğrensinler diye gönderdi, kışın okulla dağa, kayağa binmeye gönderdi. İstiyor ki kız da oğlan da hiçbir şeyden eksik kalmasınlar. Ercüment’te kendisi de her ay fatura ödemekten helak oluyorlar. Gerçi bu devir böyle bütün arkadaşları çocuklarını prenses ve prens olarak yetiştirmeyi hedeflemişler. Önemli olan, kimin çocuğu en güzel, en yakışıklı, en başarılı… Yazık bu devrin çocuklarına. Bir yardımcısı var Allahtan Fatma Hanım… Ama o da iyi bir kadın. Hem çocuklara göz kulak oluyor, hem de ev işlerinde yardımcı oluyor. Arkadaşları mı? Hiç eksik olmaz hayatlarından. Haftada bir falan toplanırlar evlerde. Herkes marifetini sergşlemek, evinin güzelliğini, modernliğini, yaşantısını göstermek için uğraşır durur. Olağanüstü sofralar hazırlanır, şımşık giyinilir, şen kahkahalar ve mutlu geçirilen akşamlar… Her hafta sonu Pazar sabahı aynı grup brunchtalar… Sonra da çok yedik diye habire spor salonlarına koş, yetmedi yürüyüşlere git. Oğlan üniversiteli oldu, kız liseye geçti. Füsun hala ilk gençlik yıllarındaki gibi güzel olma peşinde. Bir akşam işten geldi bir hışım, artık iş yerinde ne olduysa, “Ercü, ben yüzümü gerdireceğim, kaşlarımı yeniden yaptıracağım…” diye tutturdu. Yapacaktı da. Ercüment önce bir baktı dik dik, sonrasında öyle bir çıkım çıktı ki, dili boğazına kaçtı derler ya, işte öyle oldu. Arkadaşlarına şikayet ederken duydum telefonda. Ama bence de iyi ki yaptırmadı. Hiç sevmiyorum o sahte kadınları ben. Sesim de çıkmıyor ki yaptırma diyeyim. Ercüment Ercüment olalı hiç böyle yüksek perdeden çıkışmamıştı karısına. Akşam oldu mu yorgun argın hepsi şu mutfaktaki yemek masasında toplanırlar. Hem günü konuşurlar birlikte, hem de planlarını yaparlar. Sonrasında çocuklar odalarına, karı koca da kendilerine kalan ufacık zaman dilimini bazen birbirleriyle konuşarak, bazen de kendi içlerine dönerek tamamlarlar. Sonrası mı? Birbirlerine sarılırak, içeri doğru giderlerse, eee artık tahmin edersiniz canım neler olduğunu… Onlar odalarına varır varmaz, bizim sohbetimiz başlar. Beni çok sayarlar tablo da mutfaktaki saatte. Önce ben anlatırım, sonrasında da onlar. Neredeyse sabaha kadar öyle güzel kaynatırız ki. Mutfaktaki saatte en çok evin oğluna hayran. Özgür der, başka bir şeycikler demez.
Benim hafta boyunca çalıştıkça yavaş yavaş aşağı doğru süzülen, pirinçten yapılma, pırıl pırıl parlayan olağanüstü güzel iki silindirim ve onu çekmek için altın gibi parlayan zincirlerim var.. Beni kurmayı hiç unutmaz Füsun, her hafta Pazar akşamı mutlaka gelir yanıma, o güzel kokusunu yavaşça içime çekerim. Yasemin kokar saçları. Bazen neşeliyse bir şarkı tutturur hafiften. Bir yandan beni kurar, bir yandan da şarkısını söyler. Genelde gençlik yılarının şarkıları diline pelesenk olur. Aslında sesi de fena değildir. Buğulu, hoş bir tınısı var. Dinlemeyi severim ben. Elindeki bezle tozumu da alır, hiç ihmal etmez hiç. Sonrasında tablosuna bakar özenle, onu da beni de çok sever. Ama şu mutfaktaki saat var ya, ona çok düşkün değil sanırım. Çünkü o pille çalışıyor. Hep söylenir. “Bu pil de bitecek zamanı buldu, yarın pil alayım bari…” falan der. O zaman biz de geceleri mutfakta olan biteni tam olarak öğrenemeyiz. Pil takılınca, o da merakla geçtiğimiz günlerde ne oldu diye sorar. Hele pazartesi sabahı olup, hepsi homurdanarak bir hışım evden çıktıktan sonra, bir Fatma Hanım, bir de biz kalırdık. Ah o günlerimiz ne kadar da güzelmiş…
Bu gece bir yasaklar falan konuldu. Şimdi dur bakalım yarın neler olacak? Çocuklar kesin evde de, Ercüment gidecek, Füsun ne yapacak tam anlamadım. Hah, işte hava aydınlanmaya başladı. Füsun yatağından kalkar kalkmaz hemen televizyonu açtı. Televizyonda pandemi, corona falan sözleri geçiyor sık sık. Çocuklar bir hafta kesin evdeler. Sonrasını bilmiyorum. Neyse, bugün diğerleri gittiler. Evde Fatma hanım ve çocuklar kaldı sadece. Veletler odalarından çıkmaz zaten. Ellerinde tabletleri, telefonları bütün gün vırvır da vırvır. Fatma Hanım, pek telaşlı bugün, bir an evvel temizliği ve diğer işleri bitirmek istiyor. Bir arkadaşıyla konuştu az önce. Kendisinde de kırıklık mı varmış neymiş. Aman bu da corona mı neyse o da ondan olmasın sakın?
Nihayet akşam oldu. Yorgun argın ve biraz da endişeli olarak Füsun ve Ercüment geldiler. Suratları asık, huzursuz görünüyorlar. Birbirleriyle de pek sohbet etmediler. Sadece televizyonu açtılar. Her kanalda ayrı bir uzman. Ben bu uzmanı az önce öteki kanalda görmemiş miydim? Demek ki ülkede uzman kıtlığı var. Deprem zamanı gibi. Ne kadar da çok enfeksiyon uzmanı varmış bu ülkede. Uzmanların yanında gazeteciler de var. Onlar da her konuyu sanki uzmanından daha iyi biliyorlar. Her kafadan bir ses. Offf kafam da, içim de şişti valla. Çocuklar henüz fark edemediler neler olduğunu. Onlar okula gitmeyip, anne babamızdan ne koparsak kar anlayışındalar. Ama anne ve babalar endişeli. Her akşam, ikisi de uzun uzun anneleriyle konuşuyorlar. Dışarı çıkmayın aman filan diyorlar. Hem işlerini düşünüyorlar, hem ailelerini… Bir haftayı böyle geçirdik ve Fatma Hanım bu pazartesi gelemedi. Ateşi varmış. Füsun, “Ay Ercü, görüyor musun corona oldu bu kadın, acaba bize de geçti mi? Tam da corona olacak zamanı buldu…” deyip sızlanıyor. Ercüment, sanki nereden bilirse, “Yok canım, yok merak etme sen, basit bir griptir…” falan diyerek karısını teselli etme peşinde. Neyse, bir iki gün içinde öğrendik ki, corona değilmiş kadın. Ama Füsun bu, hiç eve sokar mı onu bir süre? Huylandı, dellendi…
O gece işten geldiğinde elinde koca bir poşet. İçinden ne kadar temizlik malzemesi varsa çıkardı. Üzerini değiştirir değiştirmez, evin her tarafını dezenfekte etmeye başladı. Neredeyse çocuklarını da dezenfekte edecek. O derecede yani. Şirket ona da “Artık evden çalış, gelme…” demiş. İşe de gitmeyecek. Bu kadın eve sarar şimdi… Her akşam haberleri ve corona raporlarını dinliyorlar. Şurda şu kadar, burda bu kadar hasta var, kaybımız var falan diye. Sağlık Bakanı ne diyecek diye ağzının içine bakıyorlar. Ercü, yandın canım, yandın sen. Tek dışarı giden o olduğundan eve gelir gelmez doğru banyoya gönderiliyor. Üstü başı tamamen değişiyor, kirli çamaşırlar makinaya, o banyodan çıkınca banyo yeniden dezenfekte ediliyor. Adamcağız yorgun argın salona gelene kadar en az bir saat geçiyor yani.
Günler geçtikçe, televizyondaki haberler ağırlaşmaya başladı. Durum böyle olunca, 65 yaşın üzerindekilere de sokağa çıkma yasağı geldi. Hayda… Ercüment annesini düşünür, Füsun da anne ve babasını. Korkuyorlar tabii, canları onlar. Bu arada o bakımlı, bir içim su kadından eser kalmadı valla. Sabah kalkar kalkmaz o eski eşofmanı giyiyor, önce temizlik faslı, sonra eşofman değişiliyor, o güzelim sarı saçlarını kafasında bir kalem ile tutturularak yemek yapılıyor ve çocuklarla hafiften münakaşalar falan derken, öğleden sonra evden çalışıyor. İş arkadaşlarıyla görüntülü konuşacak diye eşofmanın altı kalıyor, üzerine bir gömlek giyiyor. Saçlarını da lütfen tarıyor. O kadar yani. Tüm kıyafetleri dolap bekliyor. Akşama kadar da böyle. Çalışma faslını tamamlayıp, son e-postasını da attıktan sonra, şimdi sıra biraz da eğlenmede. Önce sosyal medya gözden geçiriliyor, bütün whatsapp mesajları okunuyor. Kimine gülüyor, kimine kızıyor, bu da bitti…
Geldik arkadaşlarıyla konuşma zamanına. Bu kadınları da anlamak mümkün değil. Bazen deli gibi gülüyorlar. Bazen de sesleri çatlıyor üzüntüden. Sosyal medyaları mizah duygusu coşmuş insanların hazırladıkları videolar ve iletilerle dolu. Bir ileti birden fazla farklı gruptan habire gelip duruyormuş. Bazılarından da bıkkınlık gelmiş, öyle diyor. Akşamları yine televizyon karşısında, iki gün önce dinledikleri uzmanları bir kez daha dinlemeye başlıyorlar. İçime fenalık geliyor bayılacağım neredeyse bu ne be? Ah, ah… Ne mutluymuşum eskiden, belli bir saatte odalarına çekilirlerdi hepsi. Biz de gündelik olayları konuşmaya başlardık arkadaşlarımla. Neyse, yine akşam oldu. Bu da geçer, diyelim…
Evde ya Füsun, şimdi de sanal alışverişi keşfettiler arkadaşlarıyla. Her biri bir yerden alıyor ve hizmet kalitesini birbirlerine ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Bu arada gelen market torbaları önce doğruca balkona atılıyor. Üç saate yakın balkonda bekledikten sonra dezenfekte edilerek içeri alınacak. Yani bu corona virüs eğer tarım ilaçlarıyla ölecek olsaydı, onu bile denerlerdi bu hatunlar. Her gün sabah arkadaşlarıyla kısa bir durum değerlendirmesi yapılıyor sonrasında herkes işlerine. Bu kadınların hepsi beyaz yaka, hepsi evde ve içlerinden sanki Bolu Mengen’li aşçılar çıktı. Bütün gün televizyonlardaki yemek kanallarından veya internet üzerinden yemekleri seyredip, her gün değişik bir şeyler yapma peşindeler. Hem eşlerinin ve kendilerinin fit olmasını istiyorlar, hem de her gün başka çeşit yemek, tatlı, pasta yapıyorlar. Gelsin kurye, gitsin kurye. Paketleri de temassız mı neymiş öyle istiyorlar. Adamlar zili çalıp kaçıyorlar. Valla bak, çocuk gibiler… Füsun baktı ki kilolar birer birer ekleniyor, eşofman altının çok tehlikeli olduğuna karar verdi. Şimdi evde eski daracık kotunu giyerek dolaşıyor. Neden mi? Arkadaşına anlatırken duydum ben de. “Düğmesi göbeğime batıyor, böylece çok yedirmiyor…” diyor.
Son merakı bir İtalyan Kanalı. Hamurları özelmiş, makarnaları özelmiş, pizzaları özelmiş. Bunların maaile dışarı gidip lokantalarda yemek yedikleri günlerde biraz başımızı dinlerdik. Şimdi nerede o günler? Resmen işgal altında gibiyiz. Evde kalmalarının üzerinden bugün tam on beş gün geçti. Dip dibe yaşıyoruz. Füsun, geçen gün neredeyse beni kurmayı bile unutuyordu. Tırnakları ojesiz, bakımsız kaldı. Saçlar fönsüz, pırasa gibi. Birde asabi oldu ki… Ah Ercüment ah, en çok da sana çektiriyor değil mi? Yazık sana... Valla böyle olacağını bilseydim, ben de evlenmezdim yani. Tam işler yavaş yavaş yoluna girecek derken, bir yasak daha geldi. Şimdi de yirmi yaşından küçükler dışarı çıkamayacak. Aman, işte şimdi tam yandık. Oğlan da evde, kız da. Öğleden sonra oğlan gitarın tellerine basıyor, kız piyanonun tellerine, Füsun kendini yatak odasına kapatıp toplantı yapmaya çalışıyor. Çocuklara kızacak ama yapamıyor. Çocuklar gözlerini devire devire diyorlar ki “Anne, bu ne yani şimdi? Sen bizim bir enstrüman çalmamızı istiyordun ya, e çalıyoruz işte. Daha ne?” Mutfaktaki saatte çok dertli. Mutfak çok gürültülüymüş artık. Günde en az iki kere bulaşık makinesi çalışıyormuş, mutfak robotu hiç eksik kalmıyormuş, oradaki televizyonda sürekli açıkmış. Ya corona haberleri dinleniyormuş, ya da internete yemek kanalına bağlanılıyormuş. “Ay inan ki sabah programlarını bile özledim,” diyor. Eee, tabii bu yemek yapma merakı sonucu en az iki kere de fırın çalışıyormuş. Her yer batıyormuş. Her yer. Ama Füsun bu, söz dinler mi? Bu kadının koskocaman bir şirletin üretim planlama işleri ile uğraştığına inanmıyorum. Milyonlarca liralık siparişlerden sanal market alış verişlerine. Offf ya, Füsun’cum benim, neye uğradığını şaşırdı. Yapacak hiçbir şey bulamazsa o zaman da ekmek yapıyor. Şaka maka öğrendi epeyce. Yalnız tek bir derdi var. Un çabuk bitiyormuş, sanal alış verişte un da yokmuş, maya da. Arkadaşları ile görüntülü konuştuğunda anlıyorum ki ülkemin bütün kadınları tombul teyzeler olma yolunda ilerliyorlar. Ercüment’in de, Füsun’un da çocukların da yani tüm ailenin yüzü des değirmi oldu. Maşallah diyeyim de nazar değmesin. Ben özledim ya evimin eski sakin günlerini. Ne zaman bitecek bu işkence?
Ercüment’e de artık evden çalış emri verilmiş. Sadece haftada bir gün gidecekmiş şirkete. Ohhh şimdi tümden çıldırma vakti geldi. Ercü uykuyu sever, öğlene kadar uyur, Füsun erkencidir erken kalkar, çocuklar kafalarına göre takılırlar ama hepsinin bir araya geldikleri saatlerde başım çok ağrımaya başlıyor. Şimdi bir de maske meselesi çıktı. Artık dışarıda maskesiz markete, toplu taşımaya bile binmek yasaklandı. Yavaştan söyleniyor Füsun, saçımın boyası geldi, maniküre de gitmem lazım falan diyor. Ercüment’e dik dik bakıyor sürekli. Bunların arasında kesin kavga çıkacak. Ay, bu corona günleri bitince aralarında ayrılık rüzgarları esmesin de. Her şey aklıma gelirdi de, bunların cümbür cemaat evde kalacakları hiç aklıma gelmezdi. Arabalarını da kullanmıyorlar, benzin masrafları da düştü. Fakat onun yerine un, maya, dezenfektan masrafı geldi tabii. Hepsi evden çalışmaya başlayınca, internette yetersiz kaldı. Bu işe en çok çocuklar bozuluyor. Anne babalarına söz geçiremiyorlar.
Oğlan bu aralar bana taktı. Geçen gün masada şikayet ediyordu kalpsiz. İnsan duyuyor muyum diye bir düşünür, hiç umurunda değilim. Kaba bir erkek olacak bu. Mır mır annesinin beyninin etini yemeye başladı. Bu böyle başladı mı kız da takılır peşine. Ercü’de zaten beni pek sevmiyor. Karısında gözüm olduğunu mu biliyor nedir? Ama ben de salondaki tablonun ona olan aşkını bir anlatırsam… Füsun onun gözlerini oyar, gözlerini… Dur bakayım, dur bu çocuk hala neler vıdılayıp duruyor.
“Anne, zaten bütün gece oturuyoruz. Tam uykuya dalacağım dan dun dan dun saat çalıyor. Uykum kaçıyor. Şu saati en azından bir müddet durdursak ne olur? Zaten saatlik işimiz de yok. Hepimizin cep telefonları var. Ne bu böyle ya? Çok eski moda hem. Bıktım artık… Hem sadece ben değil, kızın da bıktı, babam da…”
“Asla, o saat benim için çok önemli. Ben onsuz yapamam. Gecenin bir yarısı uyandığımda saatin kaç olduğunu anlıyorum. “Ay Işığı Sonatı” gibi çalar benim saatim. Sus bakayım sen!”
Özgür gözlerini devire devire bir babasına bir kardeşine baktı. Ercü ah o Ercü, bir göz işareti yaptı oğluna. Kesin bunlar bir iş çevirecekler, başıma bir gelecek var. Dur bakalım. Göreceğiz. Gece sordum benim kankalara. Onlar da henüz bir şey bilmiyorlarmış.
Sabah kahvaltıdan sonra Ercü yanıma doğru gelip, dikkatle duvarları incelemeye başladı.
“Füsi, bu duvarlar çok kirlenmiş. Ben buraları bir badana yapsam mı? Ne dersin?”
“Aman Ercü, sakın başıma iş çıkarma, zaten evdi, yemekti, işti derken kafayı sıyıracağım. Bir de badanayla uğraşamam.”
“Yok ya, sana hiçbir zararım olmaz. Hem çocuklar da bana yardım ederler. Değil mi çocuklar?”
“Tabii baba ya, sen iste yeter…”
Galiba anladım, bunlar beni yerimden edecekler ve duvarları badana ederken sesimden de kurtulacaklar. Hayır Füsun, hayır… Ne olur, duy beni. Ben senin o güzel yüzünü göremezsem ölürüm, arkadaşlarımla çene edemezsem de. Lütfen, lütfen!
Füsun kafasını şöyle bir kaldırıp dalgın dalgın bana doğru baktı. Sonra da umursamaz bir tavırla omzunu silkerek:
“Ne temizliğe karışırım, ne başka bir şeye. Tamam mı? Her şeyi sen yapacaksın Ercü. Çocuklar, siz de yardım edecek misiniz?”
Oğlan ve kız kıs kıs gülerek bana doğru baktılar.
“Ayıp ettin anne, hiç yapmaz mıyız? Elbette, babam ne derse biz onu yapacağız. Ortalığı da toplarız, her şeyi de yaparız. Hem bize de bir değişiklik olur.”
“Ben bu akşam boyaları, fırçayı alır gelirim Füsi. Sonra caymak yok ama…”
“Tamam Ercü, tamam. Nasıl isterseniz, bana dokunmayın da. Yerleri de pisletmeyin.”
“Ok şekerim.”
Şimdi anladım ben bunları, beni yerimden ederek susturacaklar. Ah Füsuncum ah, bir anlamadın bu çocuğu. Beyin iğnesi gibidir zaten, istediğini elde edene kadar uğraşır hep... Neyse, akşam ola hayrola.
Yorucu bir günün ardından eli kolu boya ve fırçalarla dolu geldi Ercü. Kendine tulum bile almış. Altı üstü 5 metre karelik bir alan boyayacak, sanki boya üstadı. Çocuklara da hem üst baş, hem de fırça falan almış.
“Çocuklar, yarın kahvaltıdan sonra başlıyoruz. Tamam mı?”
“Tamamdır baba... Emrin olur…” her ikisi de kıkırdayarak odalarına giderken ellerini şaplattılar, bir de bana dönüp dil çıkartmazlar mı? Saygısız bunlar saygısız.
O geceyi nasıl zor geçirdim, ah bilseniz. Nefesim kesiliyor sanki. Bir ağlama geliyor içimden ki hiç sormayın. Benim kankalar, teselli etmeye çalışıyorlar ama hıçkırıklarımı önlemek ne mümkün. Elimden geldikçe tirat atarak çalıyorum hem saat başlarında hem de buçuklarda. Sabah olmak üzere, bitti benim saltanatım, bitti…
Neredeyse Nisan ayının son günlerine geliyorduk. Havalar da yavaş yavaş ısındı. Hem kuşlar ötüşüyor, hem de sanki baharın kokusu açık camlardan içeri giriyor. Ercü ve çocuklar çok neşeliler bu sabah. Salonu boyasalardı ben de neşelenebilirdim belki ama ne yazık ki girişe taktılar. Kahvaltı sonrasında Füsun’da onlara katıldı. Yerlere naylonlar serdiler, girişteki birkaç eşyayı içeri taşıdılar. Sonrasında Füsun yanıma geldi, “Hadi bakalım benim güzel saatim, çok yoruldun, şimdi biraz istirahat et te kendine gel.” Ay çıkarıyor yerimden, eyvah ki ne eyvah. Şimdi kollarındayım. İki koluyla nazik bir şekilde sarıp sarmaladı beni. Seviyor ya bu kadın, seviyor. Keşke hep öyle başım göğsüne dayalı kalabilseydim. Ama kalamam, ağır adımlarla yürüyüp ütü yaptığı odanın penceresinin yanına özenle bıraktı beni. Onu görmezsem yaşayamam ki… Birazdan kurgum da biter ve tam bir sessizliğe gömülürüm. Bir uyku bastırdı ki, sormayın… Arkadaşlarım da özleyecekler beni, belki sonra öğrenirim onlardan neler olduğunu… Son hatırladığım, corona günlerinin ne zaman biteceği ve her şeyin ne zaman normale döneceği oldu.
***
Beni kollarında taşıyan bu güzel kadının kokusunu tanıyorum… Nasıl da özlemişim. Ay Füsun bu, Füsun! Beni yine kollarının arasına aldı nazikçe doğruca duvarıma doğru götürüyor galiba. Bir türlü ayılamıyorum tam olarak gel-gitlerin içindeyim sanki. Başımı döndüren kokuyu derin derin içime çekiyorum. O da bana bakıp gülüyor çapkın çapkın.
“Seni unuttum sanmıştım değil mi? Ah benim kıymetlim, ben seni hiç unutur muyum? Bugün bir de baktım ki yerinde yoksun. Nasıl da bırakmışım oralarda… Tozlarını alırım, parlatırım yine seni, ihtişamlı günlerine geri dönersin. Birazdan kurarım da, yine geceleri başlarsın, o eşsiz musikine, ay ışığı sonatım benim… Ercü, biz duvarı boyayalı ne kadar oldu canım?”
“Valla Füsi, sanırım nisan ayının son günleriydi. Neredeyse iki ay olmuş. Yasaklar biteli bile ne kadar zaman oldu baksana temmuz ayına gelmişiz…”
Eee aşk olsun Füsuncum, beni iki ay unutmuşsun yani! Ötekiler zaten hatırlamazlar ama sen, sen yani… Pes vallahi şekerim… Neyse, neyse, en son hatırladığım corona krizi vardı. Nasıl bitti acaba? Yasaklar da bitmiş sanırım, hayat normale dönmüş. Bilmiyorum ki hiçbir ayrıntıyı bilmiyorum. Akşam benim kankalara sorarım bu iki ayda neler olmuş, neler bitmiş. Hımm, bak sen, hiç de fena da boyanmamış giriş. Becermiş Ercü. Aferin, kızı üzmemiş demek. Duvarıma yerleştim salına salına çalarım birazdan. Herkes de odalarına gitti. Kankalarıma seslendim, seslendim duyuramadım ya uyudular ya da onlarda unuttular beni…
Gün ağardı. Sabah olur olmaz bir telaş bir telaş, çocuklar yaz okullarına, Füsun ve Ercü işlerine… Allah Allah, eskiden öpüşmeden evden çıkmayan ev ahalisi giderken birbirlerini öpmediler. Garip bir selamlaşma icat etmişler, fazla yaklaşmıyorlar birbirlerine. Füsun, ah canım Füsun’um, eski kilosuna dönmüş, zayıflamış, ne kadar da şık, nasıl güzel böyle… Afet valla tam bir afet… Ercü’de pek yakışıklı. Nasıl da özlemişim hepsini. Nereden baksan koskocaman iki ay, dile kolay yani… Fatma Hanım da gelir gelmez evdeki işlere koyuldu. Televizyonda sabah programları da başlamış. Canım kankalarım bana “Hoş geldin, çok özledik seni,” dediler. Neler yaşadıklarını sordum. Cevap vermek istemediler. Sanırım üzücü olaylar da yaşanmış. Beni özlemelerine çok sevindim, bir şımardım ki… Oh çok şükür, artık hayatımız normale döndü.
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net