Anılar, anılar anılar…
Çocuklar giderek büyümekte,hayat normal seyrinde akmaya devam etmektedir. Babam ve amcam okumaya üniversiteye gelirler. İstanbul’ a. Dayıları var bir tane Ahmet dayı, dünya tatlısı bir adam. O da ilkokul öğretmeni. Ben kendisini çok yıllar sonra tanıdım. Hep “Eceler” diye hitap ederek konuşurdu. Diyor ki amcamla babama,
“İstanbul’ da sakın kafanızı çok yukarı binalara bakmak üzere kaldırmayın, şapkanız yere düşer başınızdan bir daha da bulamazsınız.”
Ben Ahmet dayıyı 1970’ li yıllarda tanıyabildim. Hiç inanmazdı aya gidildiğine. Derdi ki,
"Bak ece, eğer atmosferi delip yukarı çıksaydı herhangi bir araç, atmosferde kocaman delik kalırdı. Onlar gitmediler uzaya. Bir çölde fotoğraf çektiler.”
İki kardeş, o şimdi mahvetmek istedikleri Haydarpaşa’ dan giriş yaparlar İstanbul’ a herhalde. Tahta bavulları ellerinde ve takım elbiseleri sırtlarında. Biri İstanbul üniversitesi, fen fakültesine, biri ise, teknik üniversitenin makine mühendisliğine. Ne kadar gençler, umut dolular, pırıl pırıl iki genç adam. Ne hayalleri vardı kim bilir? Acaba hayallerine kavuşabildiler mi her ikisi de?
Zor günler, bir yandan çalışmak, bir yandan okumak zorundalar. Sanırım amcam leyli. Yani yatılı olarak okuyor. İki koca yıl hızla geçip gidiyor ve amcam, tam da ikinci dünya savaşının çıktığı yıllarda, İngiltere’ de okumak üzere harekete geçiyor. Etibank’ ın sınavlarına girip kazanıyor. İngiltere’ ye burslu olarak gidecek, orada okuyacak, maden mühendisi olarak geri dönecek. Hedefi bu. O ateş gibi bir çocuk, zaten belli bir gün çok uzaklara gideceği. İçinde bir ateş var… Dışarıda da dünyanın en kötü savaşlarından biri.
Memleketinde okuyorsun a çocuk, ne işin var yurt dışında? Hayalleri var, idealleri var, umutları var… Gidecek, tutmaya imkan yok..
Sınavı kazanıyor ve doğru Kayseri’ ye gidiyor. Dedemle konuşmaya. Bakalım dedem ne diyecek? Yıllardan 1942 olmalı. dedem oğlunu karşısında görünce şaşırıyor biraz ve soruyor neden geldiğini. amcam diyor ki,
“Ben burs kazandım baba. İngiltere’ ye gideceğim okumak için. Bana izin ver de gideyim.”
Dedem ne düşündü o anda, kafasından neler geçti bilmiyorum, keşke öğrenmek mümkün olsaydı. Oğluna engel olamayacağının farkında. Bakıyor, o kadar hevesli ki, tutamayacak onu. Diyor ki;
“Seninle şöyle bir anlaşma yapalım Turgut, şimdi dışarı çıkacağız, tren garına gideceğiz ve karşımıza gelen ilk 3 kişiye soracağız. eğer 2 kişi git derse göndereceğim seni ve itiraz etmeyeceğim. Kabul mü?”
Amcam düşünüyor, şimdi en azından bir şansı var, kabul etmezse o da gidecek elinden. “Kabul.” diyor.
Evden çıkıyorlar ve gara gidiyorlar. İlk karşılarına çıkan Feyzioğlu’ nun dedesinin babası. Dedem anlatıyor durumu ona ve soruyor:
“Sen olsaydın ne yapardın?” diye. Feyzioğlu hiç düşünmeden diyor ki;
"Gönder Mahmut bey, gönder…Engel olma çocuğun istikbaline…“
Amcam sevinç içinde şu anda durum onun lehine.
O sırada karşıdan caminin imamı geliyor. Dedem onu da durdurup aynı soruyu sorduğunda o da:
"Sakın diyor, dışarıda savaş, gönderme oğlunu, o burada sana lazım…”
Şimdi durum 1-1. Amcam bu sefer midesinde kıvranmalarla beklerken, karşıdan gelen, Amerikan okulunun müdürü. Amcam diyor ki içinden;
“Galiba gidiyorum. Dur bakalım.”
Dedem yine aynı şekilde, durdurup soruyor okulun müdürünü ve oda diyor ki;
“Bırak çocuğu gitsin, istikbaline mani olma…”
Şimdi durum amcamın lehine, 2 kişi gitsin, 1 kişi gitmesin dedi. Gidecek, uçuyor amcam… Savaş varmış ne gam? O, ideallerinin peşine gidecek…
Ya dedem?
Nasıl bir ön görülü olmaktır bu? Nasıl bir açık görüşlülüktür? Nasıl çocuğuna güvenmektir? Ya babaannem, hiç kolay değil savaş alanının ortasına civan gibi yetiştirip büyüttüğü Turgut’ unu göndermek…
Turgut İngiltere yolcusudur artık…Geride kalanlar ise, sadece dua edeceklerdir onun için.
Ah Mahmut Şevket ah, çocuğunu savaşın ortasında bir ülkeye gönderirken nasıl duygular içindeydin kim bilir.
Yine görüşmek üzere…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net