Dedem ve Ben-6

Dedem ve ben serisinin 6. yazısına geldik.


Turgut Cengiz, İngiltere’ye gitmek üzere yola çıkmıştır. Heyecanlı, umutlu ve gözü kara bir genç adam. Gidiyor artık. Tam da savaş yılları olduğundan onu götüren gemi, Kahire’ ye gidiyor ve orada kalıyor tam 9 ay. Amcamın o dönemde İngilizce çalıştığı kitapları bende. Üzerinde kendi el yazısıyla yazılmış “1943, Cairo” ve imzası var. Tabii ki çalışma notları da. Orada kaldığı 9 ay boyunca çalıştığı İngilizce ile, gidince direkt sınıfına başlayabilecektir. Ne azim varmış onda. Sonrasında İngiltere’ ye varıyor ve okuluna gidiyor direkt olarak. Çok başarılı bir öğrenci olacak ve 6 sene gibi kısa bir zaman diliminde, yüksek maden mühendisliğini bitirecek, doktorasını yapacak ve kendisine denilmesine rağmen, hatta çok da istenmesine rağmen, kalması için, “Benim memleketime borcum var. Ben, burslu okudum. Geri dönüp, zorunlu hizmetimi bitireceğim.” diyecek ve geri dönecektir.


Turgut Cengiz okumasına devam ededursun, dedem için hayatın hiç de kolay olmadığı yıllara geliyoruz. Bir hastalık neticesi, yükselen ateş ve oluşan apse ile birlikte, dedeme felç geliyor. Tam bu felcin iyileşmesi mümkün olacakken, aniden ikinci felç iniyor kendisine. O kocaman dağ gibi adamın, sadece başı oynayabilmektedir artık. Konuşur, ama elleri dahil hiç bir azasını oynatamaz. O yıllarda felç korkunç bir hastalık, bir tutuldun mu kolay kolay iyileşemiyorsun.


Turgut’ un haberi olursa, koşar gelir ve eğitimini yakar düşüncesiyle, babam dedemin yerine imza atarak, mektup yollamaya başlar İngiltere’ ye. Onlar arasındaki bu görünmez bağ, müthişti. Yıllar sonra, ben bunları babamdan değil de amcamdan dinledim. Babam, böyle konuları, kardeşleri için yaptıklarını asla anlatmazdı bizlere. Amcam, bu konuyu bana ağlayarak anlatmıştı. Hep “ağam” derdi. “Ağam”, ne kadar güzel bir kelime. Nasıl bir bağ kurulduğunu anlatıyor ikisinin arasında. Babam, amcama ne zaman bir şey söylese, hiç itiraz ettiğini görmedim amcamın. Babam da özelliklerde bayramlarda, amcamın başını iki eli arasına alarak sıkıca tutar ve yanaklarından sevgiyle öperdi. O zamanlarda, o ikisi arasındaki sevgiyi, Mahmut Şevket’ in o güzel oğullarının birbirlerine olan sevgisini hissedebilirdiniz.


Babam, hep kabilenin reisi oldu. Yakıştı da bu rol ona. Sanki üzerine biçilmiş kaftan gibiydi.


Benim iki ablam, amcam İngiltere’ de okurken dünyaya gelirler ve adlarını Ümit veya Emel olsun diye amcam ister. Hiç itiraz etmeden büyük olana Ümit, daha küçük olana ise, Emel adını verirler.


1950 yılında kaybederiz Mahmut Şevket'i. O dağ gibi adam, ne yazık ki, yakalandığı felçle birlikte tam 4.5 sene boğuşmuş ve Nazım, biricik oğlu, hep yanında hiç bırakmamış onu. Şimdi bile düşündükçe içim sızlıyor ah Mahmut Şevket ah, beni tanısaydın, ben de seni, neler anlatırdın acaba bana? Taaa nerelerden başlayan muhacirlik hayatını, öğretmenlik yıllarını…


Yıllar yıllar sonraydı, 12 yaşlarında filandım herhalde. Yolda, bir adam beni çevirdi ve bana dedi ki:


“Sen Mahmut Şevket’ in nesi oluyorsun kızım?”


Şok geçirmiştim. Benim bilmediğim, tanımadığım dedemi, beni benzeterek birisi soruyordu bana. Dedem olur dedim. Adam dedi ki;


“Ben babanı da tanıyorum kızım . Nazım Cem'i. Ben de dedenin arkadaşıyım. O kadar benziyorsun ki, seni nerede görsem tanırım.”


Adını da söylemişti ama şimdi hiç hatırlamıyorum.

Çok şaşırmıştım, hemen babama gidip, bu adamın kim olabileceğini sordum. Babam dedi ki;


“Evet, bu civarda oturan dedenin bir arkadaşı var. Odur senin gördüğün.”


Hey gidi koca Mahmut Şevket, bak sana ne kadar benziyormuşum. Herhalde hoşuna giderdi değil mi?


Yine görüşmek üzere….

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER