Evlerin Kokusu

Bugün annesinin evindeki son günüydü. Artık kendine ait bir evi olacaktı. İstediği gibi yaşayabileceği, kimsenin hesap sormadığı, “Odan ne kadar dağınık, hiç toplamıyorsun!” veya “Hala yatacak mısın tembel?” sözlerinin duyulmadığı bir ev.


Seren, odasında pencerenin kenarındaki lacivert, yıpranmış bir kumaşla kaplı koltuğuna oturmuş, bir yandan sade Türk kahvesini yudumluyor, bir yandan da yüzünde dalgın bir ifadeyle pencereden dışarı bakıyordu. Babası her zaman evden çıkarken, “Yeni gün, yeni nafaka kızım,” derdi. Bu ev, her zaman taze pişirilmiş kurabiyelerin kokusunun mis gibi ortalığa yayıldığı bir evdi. Artık “Annesinin Evi’ydi.” Onu özleyecekti, saçlarını okşamasını, bazen kendisine bakarken fark ettiği gözlerinden taşıp kendisini saran sımsıcak sevgisini, her konuyu çabucak çözmesini, okumaya merakını, çalışma azmini, hala üretmeye çalışmasını, salonda orada burada dağılmış yarısı tamamlanmış yün örgülerini… Aman, bunları düşündükçe burnu mu sızlıyordu ne? Annesi o gün sabah evden çıkarken gözlerinde müşfik bir bakışla yanına gelmiş, kendisine sarılmış ve kokusunu içine çekerken;


“Gidişini görmek istemiyorum, ben evde yokken git. Ama haftada bir kere mutlaka gel. Ben de gelirim, odanı olduğu gibi bırakacağım. Sen kokacaksın bana,” demiş ve gözlerinde göstermek istemediği yaşlarla çabucak kapıdan çıkıp gitmişti. Onun zaman zaman kendisine söylediği sözlerini düşünüyordu zihninin derinliklerinde. Aklında sürekli aynı cümle dönüp duruyordu.


“Her evin kendine ait bir kokusu vardır kızım. Bu kokuyu o evin içinde yaşayanlar oluştururlar.”


O cümleler hatırına geldiğinde, “Benim evim acaba ne kokacak, gelenler hangi kokuyu hissedecekler? “ diye düşündü bir an. Yanında götüreceği eşyalarını topladı, yatağını düzeltti, annesine bir kağıdın üzerine “Seni çok seviyorum, Annem…” yazdı, odaları dolaştı tek tek, annesinin yatak odasının kapısını açıp baktığında hep aynı kokuyu aldığını düşündü. Leylak kolonyası… Babasının hep kullandığı, annesinin ondan sonra da hiç vaz geçmediği leylak kokusu. Gözlerine dolan yaşlara engel olmaya çalıştı. Derin bir nefes aldı, kapıyı açtı. Bugüne kadarki yaşantısını geçirdiği evinin kapısını anahtarıyla kilitledi ve yeni yaşantısına, kendi evine doğru yola çıktı.


Evi, İstanbul’ un eski semtlerinden birindeydi. Bir mahalle havasının hala yok olmadığı, sokaklarında akasya ağaçlarının, ıhlamur ağaçlarının bulunduğu güzel bir sokaktı. Seren, apartmanı ve sokağı görür görmez vurulmuştu. Neredeyse sokaktaki tüm evlerin balkonları ve o balkonlarda akşamüstleri oturan sakinleri vardı. Daha sokağa girer girmez kendisine eşlik eden hüzün yavaş yavaş kaybolmuş ve içini tarif edemediği bir neşe kaplamıştı.


Kulaklığından gelen müzik sesine uygun adımlarla yürüyen, arkasından sürükleyerek taşıdığı çek çekli valiziyle, bu mahallede yabancı olduğu belli olan genç kadını herkes ilgiyle süzüyordu. Küçük bir çocuk elinde topuyla koşarak kendisine doğru geldi. Tam önünde durdu ve gülümsedi. “Hoş geldin heyeti bu olmalı,” diye düşündü Seren. İçi ısınmıştı, pişman değildi, doğru karar vermişti ve bu duygularla apartmanın önünde durdu.


Evlerin kokuları ile ilgili annesinin sözleri yeniden aklına geldi ve kafasında bu düşüncelerle kapıyı açtırabilmek için, birinci katta bir zile bastı. Kendisine kapıyı beyazımsı sarı kıvırcık saçları, romatizmalı dizleri, ayağında yün çorapları ile yaşlı bir kadın açmıştı. Merakla “Benden ne istiyorsun?” der gibi yüzüne bakıyordu. Kapı açıldığında dışarı taşan yaşlılığın o hafif küf kokusunu hatırlamıştı. Karşısındaki yaşlı kadına;


“Merhaba, ben bu apartmana yeni taşındım. Dış kapının anahtarı yoktu o nedenle sizin kapınızı çalmak zorunda kaldım. Sizi de rahatsız ettim sanırım. Özür dilerim.” dedi.


Kadın gülümseyince, dişsiz ağzı ortaya çıkmıştı, herkeste çirkinlik yaratabilecek bu görüntü, ona garip bir sevimlilik vermişti. “Hoş gelmişsin güzel kızım, yalnız mı oturacaksın, pek de gençmişsin, bana da gel oturmaya da beklerim,” diyerek cevabını bile beklemeden kapısını kapattı.


Kendi kendine gülümsedi ve yaşlı kadına bir teşekkür bile edemediğini anımsadı. Şimdi ortalıkta sadece yeni silindiği belli olan merdivenlere sinen temizlik malzemesinin kesif kokusu kalmıştı.


Evi en üst kattaydı Seren’in. Yukarı kata çıkarken, merdiven sahanlıklarında, evlerden gelen kokuları anımsamaya ve bu kokulardan da evlerde kimlerin oturduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Kendisiyle beraber apartmana giren ve merdivenleri çıkan alımlı, iyi giyimli ve güzel bir işi varmış gibi görünen genç kadın, kısa bir baş selamıyla kendi dairesinin zilini çaldı. İçerden koşarak gelen ayak seslerini duyan Seren, biraz da merakla kapıyı kimin açacağını beklemişti. Küçük, sevimli bir erkek çocuğu, kapıdaki kadının boynuna atlayarak öyle bir içten “Annecim…” dedi ve kadın ona öyle bir özlemle sarıldı ki, sevginin kokusu önce kapıdan dışarı taştı ve sonrasında bütün apartmanı dolaştı sanki. Şahit olduğu bu yoğun sevgi, kendisine de bir canlılık bulaştırdı, gülümseyerek merdivenleri çıkmaya devam etti.


Şimdi bulunduğu kata ulaştığında yorulduğunu hissetti ve elindekileri sahanlığa koyarak biraz dinlenmek istedi. O sırada kapılardan biri açılarak, “Hadi, eyvallah…” diyen uzun saçlı, kot pantolonlu ve üzerinde kirli bir tişört bulunan yirmili yaşlardaki genç, karşısında Seren’i görünce, alıcı gözüyle şöyle bir süzdü. Bakışları, “Bu kadar güzel bir kadın, bizim apartmana nereden düştü acaba?” der gibiydi. Kalın ve gırtlaktan gelen bir sesle “Merhaba, kimsiniz? Birini mi aradınız? Yeni mi taşındınız buraya?” diyerek, aklına gelen bütün soruları sıraladı.


Seren, “Kim bu münasebetsiz?” der gibi bir bakışla, “Ben yeni taşındım. En üstteki dairede oturacağım.” dedi. Genç delikanlı, Seren’ e öyle bir hayranlıkla bakıyordu ki, kapıyı çekmeyi bile unutmuştu. Dışarı taşan kokulardan, buranın bir öğrenci evi olduğu, kirli, pasaklı sahipleri bulunduğu ve bol bol sucuklu yumurta yedikleri anlaşılıyordu.


Seren yukarıya doğru çıkmaya devam etti. Son katta, kapıyı kilitleyip dışarı çıkmakta olan bir adam gördü. Bir şey evde kalmıştı ki, adam tekrar kapıyı açıp içeri girdi. Kapının girişindeki askılıkta asılı olan kırışık buruşuk kirden rengi beyazdan kreme dönmüş ceket, sanki asırlardır orada öylece sahibini bekler gibiydi. Evden gelen içki kokusu ve kapının ağzında öylece sıralanmış boş bira şişeleri, bu evde oturanların içki ile aralarının çok iyi olduğunu gösteriyordu.


“Oh, nihayet! Kendi dairemin bulunduğu kata ulaştım.” diye düşünen Seren, duyduğu keyif yüzüne yansıyarak ve ağzı kulaklarında çantasından anahtarını çıkardı ve kapısını açtı. Kapıda bir an durdu, içerden yayılan yeni yapılmış temizliğin kokusunu, o güzel kokuyu içine çekti.


Babasının “Kızım, yeni bir eve girdiğinde mutlaka dua et ve güzel günler görmeyi dile.” derdi. Bir an babasının elinin saçlarında gezindiğini duyar gibi oldu ve sessizce “Burada güzel günler göreyim...” diyerek dua etti. İçinden dans etmek, şarkılar söylemek geçerken, elindekileri bir yana, ayakkabılarını bir yana fırlattı.


Mutluydu, çünkü burası onun yeni sığınağı olacaktı. Hayal kuracağı, çalışacağı, yeniden kendini bulacağı bir evi vardı artık. Her ne kadar, annesinin evindeki hiç tükenmeyen zencefilli çöreklerin kokusunu anımsadığında, içinde bir yerlerde özlemi taşıp çağlayanlara dönse de, artık kendi evindeydi. Babasını kaybettiğinden beri annesi kendini hep evden dışarılara atıyor, o kurs senin, bu kurs benim, devamlı kurslara gidiyor, ama bu arada babasının çok sevdiği zencefilli çörek yapımını hiç ihmal etmiyordu.


Yeni evine taşınalı neredeyse bir ay bitmek üzereydi. Günler geçmeye devam ediyor, Seren, o kadar sıkı çalışıyordu ki sokakta, mahallede neler var hala tam olarak bilmiyordu. İstanbul’da artık çok az kalmış, eski bir apartmandaydı onun evi, merdivenleri, kapı girişi mermerdi. Sahanlıklar çini taşlarla kaplıydı. Kezban abla, haftada iki kere merdivenleri siliyor ve şimdilerde Arap Sabunu yerine, yeni çıkmış temizleyicileri kullanıyordu. Apartmana girdiğinizde, onun dokusuyla hiç uyuşmayan bu koku, aslında rahatsız ediyordu Seren’i. Kapıdan çıktığı anda, sağ tarafta bulunan kasap dükkanından dışarı taşan kesif bir et kokusu karşılıyordu onu. Son birkaç yıldır et yemeyen Seren, hayran bakışlarla, bir tek kendisine bir selam versin diye kapılardan ayrılmayan, üzerinde kan lekeleri bulunan önlüğüyle yolunu gözleyen kasap İsmail’in kapısından yayılan et ve kan kokusundan neredeyse kusacak gibi oluyordu.


Evsizlerin mekan tuttuğu şehir içinde unutulmuş bir parktan geçerek işine gidiyordu. O parkta yaşayan, kir pas içinde bir adam gözüne çarpıyordu zaman zaman. Tesadüfen fark etmişti onu. Çok yağmurlu bir günde, adam banktan doğrulmuş ve üzerindeki eski püskü battaniyeyi bir kenara doğru savurmuştu. Telaşla ve merakla, “Sarman, kızım, neredesin?” diye sesleniyordu. “Bu ses, bu ses! Ben bu sesi tanıyorum. Nereden ama nereden?” Adamdan, sokakta yaşayanlara has o kötü koku etrafa yayılıyordu. Birden hatırlayıvermişti. Radyo tiyatrolarından hep sesini duyduğu bir sanatçıydı o. Şimdiki hali, içler acısıydı. Korkunçtu. Kokuyordu, pislik içindeydi. Yüzünde, gözlerinde okunan acı, karşısındaki insanda, hem ona yardım etme isteği, hem de bir an önce oradan kaçma isteği uyandırıyordu. Sarman, Seren’in geldiğini gördüğünde, yoluna çıkıyor, bacaklarına sürtünüyor ve sevgisini belli etmeye çalışıyordu. Her gün oradan geçip giderken, “Nereden nereye savruluyor insanların hayatı,” diye kendi kendine söyleniyordu. Bir sabah, yine oradan geçerken adamın kedisiyle konuşması çalındı kulağına. Sessizce durup bekledi:


“Biliyor musun Sarman, bir zamanlar, gökyüzünün tüm mavisini avuç avuç ellerime vermişlerdi, o bulutları var ya, bembeyaz pamuk gibi, hepsi senin demişlerdi. Denizlerin rüzgarları, kuşların cıvıltıları ve o güllerin insana yaşama sevinci veren kokusu, her şey benimdi. Ben, en pahalı parfümleri birbirine karıştırıp da öyle sürünür ve sahneye öyle çıkardım. Tüm bu güzelliklerin kıymetini bilemedim be Sarman. Önce seyircilerim, sonra ailem, en son da arkadaşlarım beni birer birer terk ettiler. Param da kalmayınca, ben de senin yanına taşındım işte böyle…”


Konuşurken giderek sesi kısılmış, boğazında düğümlenmiş ve çatallaşmıştı. Seren, kendisini görünce utanmasın diye, ayaklarının ucuna basarak uzaklaşmıştı oradan. Sarman, adamı öyle bir dikkatle dinliyordu ki... Gözlerindeki ifade, insanın en yakın dostunda bile göremeyeceği kadar sevecendi.


Zaman akıp gidiyor, günler birbiri ardına ulanıyordu. Karşısındaki daire boşalmış ve hemen yeni birileri taşınmıştı. İki genç kadın tutmuştu daireyi. Sadece Antalyalı olduklarını biliyorlardı. Bu daireyle birlikte bambaşka kokular gelmişti apartmana. Kapıları her açıldığında, sanki Toros Dağlarından gelen bin bir çeşit bitkinin kokusu dolanıyordu etrafta. Seren, kadınlardan birinin bakışlarında ta derinlerde hissedilen büyük bir acıyı görüyordu Merdivenlerde karşılaştıklarında, konuşmak istiyor ama iki arkadaş apartman sakinleriyle pek yakınlık kurmak istemiyorlardı. Bazı geceler karşı komşunun kapısında uzun boylu esmer, sert bakışlı, yüzünün bir tarafında küçük bir yara izi olan bir adam beliriyordu. Adamın öfkeli bir sesle tehditler savurduğu duyuluyordu sadece. Gözlerinde bin bir acı saklı genç kadın cılız bir sesle karşı koymaya çalışıyor, kapıyı kapatamıyor, adam öfkesini iyice kustuktan sonra çekip gidiyordu.


Bir gün Seren dışardan gelirken adamın kin dolu sesinin bütün apartmanı inlettiğini duydu, kadın kesik seslerle ağlayıp duruyordu. Seren deli gibi merdivenlere koşarak dairesinin bulunduğu kata geldi ve adamın kadını yakalayıp götürmek istediğini, kadının direndiğini görünce hiç beklemeden yardımına koştu.


“Dur bakalım, dur! Görmüyor musun, kadın gelmek istemiyor seninle!” dedi.


Adam kin dolu gözlerini ona çevirdi “Sen de kim oluyorsun, karışma bu işe, yoksa canın yanar!” diye kükredi. Seren, adamdan yayılan tehlike işaretlerine hiç aldırmadan kadının önüne geçerek, “Git! Yoksa polis çağıracağım. Bana kabadayılık sökmez!” diye bağırdı.


Bir yandan da telefonunu çıkartıp tuşlarına basmak üzereydi ki karşısındakinin ciddi olduğunu anlayan adam hızla geri dönüp yuvarlanır gibi merdivenlerden inerek apartmanı terk etmek zorunda kaldı.


Bir süre hayat normal akışında devam etti. O akşamdan sonra, Seren, komşularıyla güzel bir arkadaşlık başlatmıştı. Her ikisi de Antalya’ lıydı kızların. Çocukluktan beri aynı mahallede büyümüş, hep birbirlerine destek olmuşlardı. Memlekette iken birisine aynı mahalleden bir serseri sap olmuş ve onlar da tası tarağı toplayıp İstanbul’ a göçmüşlerdi.


Adam, İstanbul’ da oturdukları evi de bulmuştu, kaç sefer ev değiştirmişlerdi, polise şikayet etmişlerdi, en son bu eve gelmişlerdi ve burayı da bulmuştu lanet olasıca. Her ikisi de gerçekten korkuyorlardı. “Bu işin sonu iyi bitmeyecek, biliyoruz,” diyorlardı. Oysa ne kadar güzel ve genç kadınlardı… Beraberken gülüyorlar, eğleniyorlar ama bir ara her ikisinin de gözlerine kara bulutlar iniveriyordu. Bir gün yine konuşurlarken dayanamayıp sordu Seren:


-Ne istiyor bu adam senden Ayşem?


-Ne isteyecek? Beni.


-Ailenin haberi var mı?


-Var. Bir erkek kardeşim var benim. Onun başı derde girmesin diye, burayı da bulduğunu söyleyemedim. Ailem, bu manyaktan belki kurtulabilirim diye buraya gelmemize bile izin verdi. Biz de Esin’ le atladık geldik. Seni kimselere yar etmem diyor, ya benimsin, ya da toprağın diyor. Öyle korkutuyor ki beni.


-Böyle olur mu ya, gitsek savcılığa falan mı başvursak?


-Bir şey değişmiyor ki, gözaltına alıyorlar, iki gün sürmeden yine dışarıda.


“Sanki yakında çok kötü bir şeyler olacak gibi hissediyorum.” diye düşünüyordu Seren. Yine de birlikte vakit geçiriyorlar, gençliklerinin verdiği neşeyle, kahkahalarla gülüyor, bütün apartmanı çınlatıyorlardı.


Seren, haftada bir gün muntazaman annesine gidiyor, bazen arkadaşlarıyla dışarıda buluşuyor, işten geldikten sonra, çok yorgun olsa da bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Kendisine bir hedef koymuştu her gün bir saat yazmak istiyordu. Bu aralar o korkunç adam da komşularını rahatsız etmiyor ve giderek hepsi rahatlıyorlardı.


Kızlar, memleketten gelen paketlerde ne varsa hepsinden Seren’e de veriyorlardı. Yavaş yavaş yaz günlerinin sonu gelmişti. Ilık yaz akşamları giderek serinlemeye ve sonbahar şehirde yüzünü göstermeye başlamıştı. İlk hikayesi bir dergide yayınlanmıştı. Mutluydu, arkadaşları vardı, komşuları vardı, annesi huzurluydu, kızının evden gidişini çabuk atlatmış hatta alışmıştı bile. Seren, bu aralar ofisteki arkadaşlarından birinin kendisinden hoşlandığını ve sürekli yaklaşmak için çabaladığını görmüştü. Her ne kadar şimdilik bir erkek arkadaş istemese de bu ilgi yine de hoşuna gidiyordu. Hala kokular üzerine düşünüyor, karşısındaki her insanı bir kokuyla tanımlamaya çalışıyordu.


Mesela ofisteki kadın yönetici, çok ünlü bir markanın pahalı parfümünü kullanıyordu. Ofisin temizliğini yapan kadın, sadece limon kolonyası kullanıyordu. Beraber çalıştığı kadın arkadaşı, zaman zaman kötü bir koku salıyordu etrafa. Saplantı gibi bir şeydi artık bu Seren için. Her girdiği ortamı kokusuna göre kodluyor ve zihninde bir yere yerleştiriyordu. Evlerin kokularını tanımlamakla kalmıyor, insanları da kokularına göre sınıflandırıyordu.


İşe giderken geçip gittiği parktaki Sarman, bir süre yalnız kalmış ve dostu olan sanatçı ortalarda görünmemişti. Adam tekrar parka döndüğünde çok zayıflamış olduğunu fark etmişti. Parkı onun gibi evsiz bir adam daha mekan tutmuştu artık. Gazeteyle sarılmış şişelerden, ucuz olduğu kokusundan belli olan şarap içiyorlardı.

“Yağmurlar ve soğuk havalar başlayınca bu adamlar ne yapacaklar? Keşke bu insanları yerleştirecek yerler olsaydı.” Birden bastıran sağanak yağmurda koşarak sıcacık evine giderken, onlara ne olacağı endişesi Seren’i üzüyordu.


Hayat böyle küçük olaylarla devam ederken bir gece, kapısı yumruklanarak uyandı Seren. Koşarak kapıya gitti. Karşı dairedeki komşusunun, Esin’in feryatlarını duydu:


“Seren! Aç ne olur, aç, arkadaşım ölüyor!” diye bağırıyordu. Korkuyla zincirini çıkarmadan araladı kapısını. Apartmanın sahanlığı kan gölüne dönmüştü. Gözlerinde “Benim büyük bir derdim var.” diye sessiz çığlıklar atan Ayşem, sanki kemiksiz bir insan gibi öylece yerde yatıyordu. Belalısı olan adam, başucuna çökmüş, saçlarını okşuyor, bir yandan da böğürür gibi ağlıyordu. Yerde kanların ortasında bir bıçak duruyordu. Aceleyle yardıma koştuğunda sahanlığa yayılmış garip kokuyu hissetti Seren. Aldığı koku, başkaydı, her zamanki koku değildi bu.


Bu, “Ölümün kokusuydu. Ölüm de böyle kokuyormuş demek…” diye düşündü. Sadece kokuyu değil, ortalığı kaplayan bulutumsu kurşuni renkli dumanın soğukluğunu hissetti. Önce ürperdi, sonra iliklerine kadar üşüdüğünü hissetti. Sağlık görevlileri koşarak geldiler ve önce yerde savunmasızca cansız yatan güzelim genç kadını götürdüler. Adamın ağıtları hala yeri göğü inletirken, polisler onu da neredeyse sürükleyerek götürdüler.


Esin, giden arkadaşının ardından, küçüldü, küçüldü ve boğazında kocaman bir yumru, gözlerinde dökemediği yaşlar ve yüreğinin üzerine çöreklenmiş acısıyla kalakaldı. Tüm sesler kesildi birden, apartmanda kim varsa evlerine döndüler. Sahanlıkta sadece Seren ve Esin kaldı. Esin, ailesini arayıp acı haberi verdikten sonra, her ikisi Seren’ in evinin sakinliğine ve huzuruna sığındılar.


“Bitti artık korkuları, o huzur içinde, rahatsız edemez artık. Çilesi bitti…” dedi


Esin içini çekerek ve gözyaşları sel oldu, boran oldu, taa uzaklardan Antalya’ dan kalkıp gelen bulutlar ıslattılar her ikisini de. genç kadın, sadece yutkundu ve elini sıkıca tuttu arkadaşının.


O geceden kısa bir süre sonra karşı ev boşalmıştı. Ne Toroslar’dan gelen koku kalmıştı, ne de o güzel hayat dolu genç kadınlar.


Seren, o günden sonra, içinde bir şeylerin kırıldığını hissetmiş ve çok sevdiği evine ayakları geri geri giderek gelmeye başlamıştı. Bu gece, evinde son gecesiydi.

Başka bir ev tutmuş, burada yaşadıklarını geride bırakmak isteyerek yeni bir muhite taşınmaya karar vermişti.


Seren, tüm bu yaşanılanlardan sonra bir daha ne evlerin, ne de insanların kokusunu hiç alamadı…

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER