İsimlerin Hikayesi

Senaryo yazma eğitimlerinden birindeydik. Eğitmenimiz o günkü derste yazmak için nasıl konu bulabileceğimizi anlatıyordu. “Her konudan, her cümleden bir öykü çıkarabiliriz ve bu çok çarpıcı bir öyküye de dönüşebilir…” demişti. Aklıma yazı atölyelerinde yaptığımız çalışmalar geldi. Bazen üç veya daha fazla sözcükle tasarlanmış bir hikaye veya bir cümle yaratmaya çalışıyorduk. Bazı çalışmalarda cümlemiz su gibi akarken bazen de bir kayaya toslamış gibi zorla ilerliyorduk.


Bu eğitimde, eğitmenimiz ismimizi sorarak başladı. Sadece iki soru soruyordu. Birinci sorusu, “İsminiz nedir?”, ikinci sorusu da “Bu ismin size veriliş hikayesini biliyor musunuz?”


Hepimiz düşünmeye başladık. Demek ismimizin de bir öyküsü vardı ve biz bunu o güne kadar hiç fark etmemiştik bile. Eğitime katılanlardan bazıları isimlerini söyledikten sonra, bildikleri kadarıyla isimlerinin öyküsünü anlatmaya başladı.


Ben de ismimin nasıl verildiğini düşünürken, aklıma birdenbire eşimin ismini veren Hasan Dayı geliverdi. Nasıl başladı bilmiyorum ama sanki bir duman kaplamaya başlamıştı etrafımı. Kendimi birdenbire Makedonya’nın bir köyünde buluverdim. Dağları mor, vadileri yemyeşil, arada derelerin aktığı bir köydeydim. Köylü kadınlar bir evin avlusunda hep birlikte yemek hazırlığındaydılar.


Genç ve güzel kadınlar, bazen gülerek, bazen kıkırdayarak bir türkü tutturmuş hem o türküyü söylüyor hem de birbirleriyle şakalaşıyorlardı. O gün köyde bir düğün yapılacaktı ve adet olduğu üzere, bütün köy kadınları bir arada, o düğünün yemek hazırlığını yapmaktaydılar. Onların düğün yemekleri büryandı. Külde pişirilen enfes bir tavuklu pilav, olmazsa olmaz çorba, tepsi tepsi önceden hazır edilmiş açma baklavalar, üzerine sarımsaklı süzme yoğurt dökülmüş bir nevi börek gibi yenen samsa… O yörenin her düğün yemeğinde yenilen yemekleri köyün kadınları imece usulüyle hep birlikte hazırlardı.


Hatice’de köyün gelinlerinden biriydi. Güzel mi güzel, alımlı mı alımlı bir genç kadın… Gencecik yaşına rağmen üç küçük çocuğu vardı. Henüz kendisi bile bilmiyordu ama Hatice dördüncü çocuğuna hamileydi. Kadınlar kendi aralarında konuşa söyleşe yemekleri hazır etmeyi tamamladılar. Köyün meydanına yavaş yavaş akşam çökmekte, uzaklardan kopup gelen rüzgarla her yer mis gibi ıtır ve lavanta kokmaktaydı. Kadınlar kendi aralarında konuşurlarken, birinin aklına Hasan Dayı geldi.


“Hasan Dayı epeydir ortalarda yok. Hiç göreniniz oldu mu?

Neredeymiş, neden bizim köye hiç uğramıyor ne zamandır?”


“Gerçekten, Hasan Dayı’yı uzun süredir hiç görmedik. Acep nerelerdedir?”


Hatice’nin kaynanası, “Ben onu rüyamda gördüm, bugün yarın uğrarım size dedi. Eminim çok yakında gelecektir.”


Yavaş yavaş kararan köy meydanında düğün için hazırlıklar süredursun, ormandan çıka gelen bir ihtiyar, yaşlı kadınlardan birinin dikkatini çekti.


“Bakın bakayım kızlar, şu orman yolundan gelen Hasan Dayı değil midir?”


Kadınlar sevinerek, “Evet ninem, o gelen Hasan Dayı’dır…” diye söyleştiler.


Kim bu Hasan Dayı derseniz, o civardaki Türk Köylerinde yaşayan herkesin tanıdığı, saygı gösterdiği ve neredeyse Makedonya’nın tüm Türk köylerinde itibar gören, ak sakallı, yarı meczup ama yine de söyledikleri herkes tarafından kabul gören yaşlı koca Türk… Elinde asası, sırtında heybesi, diğer köylerden verilmiş biraz azığı ve birkaç değişik giysi bulunan yaşlı adam, yüzünde ışıl ışıl bir gülümsemeyle, doğrudan gelip Hatice gelinin önünde durdu.


“Kızım, hele benimle birkaç adım yürür müsün?”


“Tabii ki dedem, başım üstüne…”


O sırada köyün üzerine mor karanlıklar çökmüş, yıldızlar ışıl ışıl parlamaya başlamıştı. Hasan Dayı, birkaç adım ilerledikten sonra durdu ve başını gökyüzüne çevirdi. Elindeki asayı göğe doğru uzatarak;


“Bu yıldızı görüyor musun kızım? Bu Çoban Yıldızı’dır. İşte bu yıldız gibi parlak bir geleceği olan bir evladın geliyor. Adını Hüsamettin koyarsın. Sakın dediklerimi unutma…”


“Dedem, nereden biliyorsun? Ben hamile bile değilim ki…”


Hasan Dayı, aydınlık gülümsemesi bütün yüzüne yayılarak, geline baktı,


“Dediklerimi unutma, Hüsamettin geliyor…” dedi.


Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, Hatice bebek beklediğini anlamıştı. Hemen aklına Hasan Dayı’nın o akşam ona söyledikleri geldi. Eğer erkek olursa, ismini o ihtiyar koymuş olacaktı. Gerçekten de oğlu dünyaya geldiğinde Hatice oğlunun ismini Hasan Dayı’nın söylediği gibi “Hüsamettin” koydu.


Hepimizin isimlerinin bilsek te bilmesek te bir hikayesi var. Kimimizin ismi Makedonya dağlarında dolaşan bir koca Türk tarafından verilmiş, kimimizin ismi benim ablalarımın isimlerinde olduğu gibi o yıllarda yurt dışında eğitimde olan amcaları tarafından verilmiş.


Bazılarımız aile büyüklerinin isimlerini almış, bazılarımız anne ya da babalarının arzu ettiği isimler konularak çağrılmış.


Bu eğitimden sonra etrafımdakilere sormaya başlamıştım. “İsmin nereden geliyor, kim koymuş?” diye.


Babama, henüz birkaç günlük evliyken, gencecik karısını bırakıp cepheye giden ve orada şehit düşen kardeşinin ismini vermiş dedem. Aynı şekilde, kızına da savaşlar sırasında kaybettiği ve bir daha hiç göremediği tek kız kardeşinin ismini vermiş. O yıllarda dağılan ailesini sanırım koyduğu bu isimlerle yaşatmak istemiş dedem.


Ablalarımın ismini amcam vermiş dedim ya, üçüncü kız çocuk olarak ben doğunca, benim ismimi vermek de anneme kısmet olmuş.


Hepimizin isminin verilişinin bir hikayesi var ve bazıları gerçekten çok özel. Bence bu hikayeleri öğrenmek ve yaşatmak zorundayız… Sahi, sizin isminizin hikayesi ne?

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER