İsyankar Organlar

Eve nasıl gelip de yatağına kendini attığını bilmiyordu Serdar. Uykuya dalarken, bir takım sesler duymaya başladı:


“Hey, duydunuz mu? Serdar’ımız paşamız, bu gece vücudunda ne kadar organ varsa, onların kendisinden isteklerini dinleyecekmiş. Hiç inanamadım yani! Kendiliğinden böyle bir şey yapmaz da, rüyasında görmüş, hepsi ondan şikayetçiymiş, dert yanıyorlarmış. Bir de ben duyayım bakalım ne söyleyecekler diyormuş…”


“Gerçekten mi? Ay, bu fırsat bir daha elimize geçmez. Ne derdimiz varsa anlatalım, bakalım ne kadarını duyacak? Sağım çok iyi duymaz ama solum, cin gibidir. Her şeyi anlar. Heyecanlandım bak şimdi,” diyerek söze girdi kulaklar.


“Hep söylüyorum, hep... Yeme bu kadar, yeme!.. Bak, yaşın ilerledikçe zaten kilo alacaksın, sonra da aldıklarını vermek için koş spor salonlarına, koş ormana... Diyorum, demesine de, duyan var mı acaba? Tınmıyor bile, eee bana da yazık. Yiyip içtiği her şeyi öğütmek için canım çıkıyor canım… Ağır yemekleri de pek sever, bol yağlı, acılı, ekmeğini bana bana yer, sonra da göbeğini ovuşturarak, başlar söylenmeye ‘Aay yine çok yedim, kaçırdım ipin ucunu,’ diye. Şimdilerde bu mide küçültme bypass falan ameliyatları da çıktı ya, daha çok aldırmaz oldu. Iıııı, bana bıçak değecek diye, titriyorum korkudan yani. İştahsızlık bunun kitabında yazmıyor. Anlaşılan o ki bu hafta sonu da yol göründü bize, Belgrat Ormanları’na koşuya gideceğiz. Koşmak iyi güzel de, o koşarken bütün iç organlar olarak bizler, lambur lumbur sağa sola savruluyoruz. O koşuyu bitirdiğinde kan ter içinde kalıyor, bizler de uzun süre kendimize gelemiyoruz. Bir şikayetçi olmayan var. O da akciğerler…”


“Hımm, evet yani… Hem ormanda temiz hava alıyorum, hem de o koşarken sigara içemiyor, bu da beni rahatlatıyor. Gerçi koşusu biter bitmez dinlenmek için oturunca, ilk işi cebinden sigarasını çıkartarak, bir nefes tellemek. Bir de ‘Ciğerlerim bayram etti, oh be…’ diyor. Bir de bana sor bakalım, bana… Bayram mı seyran mı ben söyleyeyim. Hiç anlayamıyorum bu insanları, dünyada bu kadar güzellik varken, “En iyi dostum,” diyerek sigaraya saldırmalarını… Dost edinmeyi bilmiyorsun, sonra da bütün ceremesini bana çektiriyorsun. Olmaz ki böyle…”


“Aslında ailesinde diyabet var. Şekerli de yememesi lazım. Ama, ‘Bana hiç bir şey olmaz,’ diyor, yiyor da yiyor. En çok da çikolataları sever. Bayılır… Hiç kimseleri dinlemez ki... ‘İnsülin direncin var, dikkat et.’ dedi ya doktorlar, cevabı hazır ‘Heyt, bana kim direnebilir, saçmalamayın,’ dedi. O direnç olunca, kilo da verilemezmiş. Seviyorum keratayı, sevmesem, pankreas olarak bu kadar uğraşmam inan ki. Karaciğerle birlikte o yiyor, biz eritmeye çalışıyoruz, ömrüm onun oburluğuyla mücadeleyle geçti. Aslında nasıl beceriyorsa, beceriyor, kilo falan aldığı da yok. Sırım gibi yani… Herkes de onun yemek yemesine hayran. ‘Nasıl da güzel yiyorsun, iştahımız açıldı,’ diyorlar, onun da canına minnet… Yedikçe yiyesi geliyor. Birisi ona ‘Ailende şeker varsa, en az altı öğün yemelisin,’ demiş, hiç sektirir mi? Homini homini yesin dursun…”


“Yok canım, yok genetik her şey, ben biliyorum.


“Tabii ya, çok doğru söylüyorsun, miyopluğu da dededen gelme. Ailede kim var kim yok bila istisna gözlük takıyor zaten. Hepsi de dedesi gibi beş buçuk numara miyop oldular. Gözlerinin güzelliği bile görülmüyor. Neyse, şimdilerde çizdirmeler falan çıktı da o eski zamanlardaki gibi dürbün camlı gözlükleri takmıyor artık insanlar. Ayyy, bir zamanlar lens takmak için canı çıkıyormuş insancıkların. Annesi sert lens kullanmaya alışmanın çok zor olduğunu anlatıp dururdu. ‘Gözlerime bir avuç kum atılmış gibi olurdu.’ diye. Ben de ondan duymuştum. Neyse, sonradan yumuşak lensler falan çıkmışta bizimkinin zamanına, kolay alıştı kerata…Gerçi, lensleri takınca, etrafındakilerde fark etmişti ‘Ne güzel gözlerin varmış,’ demişlerdi. Hatırlasana...”


“Genetik dedin de daha neler geldi aklıma. Babadan, anadan tansiyonu da var bunun. Hem de pik yapan cinsinden. Bak, Allah için baktırır kendine, beni yormak istemez ama sinirlendi mi, üzüldü mü, eyvah, çok fena fırlar, kaç kere kendi kendini hastaneye kaldırmışlığı var. Biraz fena hissetti mi kendini doğru acile... Ya gülmesene, ciddi söylüyorum, valla bak. Aslında çok sert ve aldırmazmış gibi görünür ama içi çok yumuşaktır onun. Dünyadaki herkesi sever, hümanisttir de. Birine kötü bir şey olsa, hiç dayanamaz, hem bu kadar herkesi seven, hem de bu kadar anarşist ruhlu birini daha tanımadım ben...”


“Önceleri birine üzülsün, sıkılsın, midesi olurdu davul gibi. O zamanlar gastrit dedilerdi. Dertlenmeyecek, sıkılmayacak... Her şeyden mutlu olacak. Nerede öyle hayat? Hiç işte. Biraz da şımarık bu. Sonuncu çocuk ya, el bebe gül bebe yani...”

“Çok da akıllıdır... Valla bir hafızası var, filleri kıskandırır. Beynini çok yordu ama yıllardır, işi gücü sayılarla olunca tabii, dimağ yorgunluğu başladı. Hatta bir kaç gün kendinden bile korktu, sürmenaj oldum filan diye gezdi etrafta zavallım... Çok baş ağrısı çeker, iki de bir başına sarar bandanasını, kapar gözlerini, karanlıklarda çıt çıkarmadan yatar, baş ağrısı hafifleyince de, yine işini yapar. Çalışkandır yaaa... O kadar da kötülemeyelim çocuğu…”


“Ben en çok kalbi ile ilişkisini seviyorum. Gerçekten birinden hoşlandı mı, hemen çılgın gibi atmaya başlıyor. Damarlarında kan dolaşırken, bir hızlı akıyor ki, işte o zaman anlıyorum bu yine aşık olmak üzere diye. Ben diyeyim ki on, sizin deyin on beş kişiye aşık oldu şimdiye kadar. Ama bu en onuncusu var ya, tüy dikti resmen. Onu ilk gördüğü gün anlamıştım bu başka diye. O güne kadar hiç yüz altmış atmamıştı nabzı. Hem hızlı, hem de tok seslerle. Neredeyse dışarıdan bile duyulacaktı. Önce bir ter boşandı, arkasından, yanakları kıpkırmızı oluverdi, gözlerine de o hülyalı bakış yerleşince, hah dedim, Eros yine okunu fırlattı. Bizimki de öksede kuş gibi çırpınır durur artık...”


“Biliyor musun ben onun ellerini de severim. Hem yaratılıştan güzel, hem de bir kişilik var sanki. Öyle bir sıkı kavrar ki karşısındakinin elini, sanki bütün enerjisi size geçer gibi olur ve düşünürsünüz, bu nasıl bir el sıkmadır diye…


“Hımm, bu kadar yükü çeken ayaklarını, yani beni de unutmaya gelmez, gerçi beyni ne yapmak isterse, ben ona tabiyimdir. Serdar’cığım ne emretse onu yaparım. Git der, giderim; dur der, dururum; dans et der, ederim; koş der, koşarım… Bir gün bir kaplan gibi gayet sessiz yürürken, diğer gün, sanki bir asker edasıyla yürümeyi başarırım. Çok da zariftir Serdar... Ninesi ne de çok severdi torununu. Ah nineciğim ah, şimdi aklıma düşüverdi de birden, efkarlandım, burnumun direği sızladı…”


“Burun mu dediniz? Beni mi soruyorsunuz? Ah canım benim, yeryüzündeki her tür kokuyu adlarıyla bilirim. Koku alma konusunda o kadar hassasımdır yani. Paşayı en çok kendine parfüm seçerken görmelisiniz, koku onu mest eder. Kendine pek bir özen gösterir, Kimse bilmez onun parfümünün adını çünkü her zaman iki değişik parfümü birbirine karıştırarak sıkar, hangi parfüm olduğunu soranlara da gizemli gizemli gülümser ve cevap bile vermez. Bir toplantıda sinirlenecek olsa, doğruca toplantı salonundan dışarı fırlar. Geri geldiğinde ortalığı kaplayan mis gibi kokudan anlarsınız dışarılarda ne yaptığını.”


“O muntazam bembeyaz dişleri ile gülümsemeye başladığı anda, onu gören kızlar cazibesine kapılır, bir baş dönmesiyle sarsılırlar. Ne anlatırsa anlatsın önemi yoktur, razıdırlar, yeter ki konuşsun, susmasın derler. Bazen şiir okur iflah olmaz romantik, o güzel sözler, çağlayan gibi döküldü mü ağzından, vurgun yemiş ispinoz balığı gibi sersemler kadınlar. Eğer birisi, bir olay sinirlendirdiyse onu, aman, vaktin varken oradan kaç git hemen. Ağzından ejderha gibi alevler saçar, kükrer, ya da sımsıkı kapatır ağzını, tam bir çizgi gibi durur yüzünde. Alnında bir damar şişer iner, anlarsın ki, ‘Pandora’nın kutusu’ açılmak üzeredir. Bazen de bir anda o kızgınlığı geçer, başka biri geliverir yerine, hiç o değil sanki az önce kükreyen boğa…Yani, kısaca, ağzından ne çıkacak şimdi diye beklerken, beklenmedik tepkiler verir ve serseme çevirir etrafındakileri…”


Serdar, kan ter içindeydi. Neler de oluyordu böyle, minik bir robot gibi hissediyordu kendini. Sanki elindeki bir delikten vücudunun içine süzülmüştü. “Bunların hepsi hababam bilim kurgu film izlemekten…” diye düşündü. Ellerine baktı korkuyla, delik melik hiçbir şey yoktu. Vücudunu yokladı elleriyle, değişiklik de yoktu. Koşarak banyodaki aynaya gitti. Aynada kendisine bakan, her zamanki yüzüydü.


“Ohhh, biraz rahatladım. Kabus bu, kabus, bütün organlarım hepsi isyan içindeydi, beni nasıl da kötülediler, öyleymişim de böyleymişim de, gencim ben, yakışıklıyım, çok kadın aşık bana, şu boya, bosa, şu sırım gibi vücuduma bak! Ne yani bunların vıdı vıdısını mı dinleyeceğim? Susun oturun yerinize…”


Birdenbire gelen sesler, uğultular arttı. İsyan başlamıştı. Tüm organlar hep bir ağızdan:


“Gideriz bak,” diye bağırdılar.


“Hadi ya, nereye gidecekmişsiniz? Benim gibi biri bırakılıp da gidilir mi hiç?”


“Gör bak bakalım, nasıl gidilirmiş. Haydi, toplanın, gidiyoruz…”


Serdar, “Durun, nereye gidiyorsunuz?” diye bağıra dursun, organları sırayla onu terk etmeye başladılar. Aynada gördüğü neydi şimdi? Boş bir çuval mı? Tüm organları kendisine el sallayarak neşe içinde başka bedenlere doğru yola koyuldular.

Çalar saat ve cep telefonu aynı anda çılgın gibi çalmaya başladı. Serdar, kendisini zorlayarak gözlerini açtığında:


“Neredeyim ben?” diye düşündü. Önce kendini bir yokladı. “Ohhh, şükürler olsun! Yatağımdayım, gece amma da çok içmiştim, yatağa zor attıydım kendimi. Neydi o gördüklerim? Kabuslar içinde bir gece. Organlarım konuşuyorlarmış, yok beni terk edeceklermiş, falan filan… Haydi Serdar, haydi, kalk, bugün çok önemli toplantıların var. Şimdi oyalanma zamanı değil!”

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER