Bugün bir programda, tarihe iz bırakmış iki kadının yaşantılarını dinledim. Biri ünlü İngiliz romancı Jane Austen, diğeri bilim kadını Marie Curie. Birbirinden yaklaşık bir asır sonra dünyaya gelen, her ikisi de kendi alanlarında söz sahibi olmuş güçlü ve eşsiz kadınlar. Bence en önemli özellikleri ise, erkekler dünyasında kendilerine yer bulmak için çabalamaları olmuş.
Önce ünlü romancı Jane Austen ile başlayalım ve sonrasında Marie Curie ile devam edelim:
Jane Austen, 1775-1817 yılları arasında İngiltere’de yaşamış, kilise papazı bir baba ve ev hanımı bir anneden dünyaya gelmiş. Altı erkek kardeşi ve bir kız kardeşi var. Kız kardeşi ve kendisi erkek kardeşleri gibi eğitim alamamışlar ve onların eğitimleri yarım kalmış. O devirlerde kızların her kitabı okumasına bile izin yokken, bababsı ve erkek kardeşlerinin yardımlarıyla yarım kalan eğitimlerini sürdürmeye çalışmışlar. İlk yazdığı romanını kendi adıyla yayınlayamamış bile. 42 yaşında hayatını kaybeden Jane, ölene kadar, bugün bile zevkle okunan kitaplarını yazmış.
Marie Curie, 1867-1934 yılları arasında Çarlık Rusya’sında doğmuş ve sonrasında Fransa’da yaşamış, fizik öğretmeni bir baba ve yurt müdürü bir anneden dünyaya gelmiş. Babasının bilime çok meraklı olması ve kendilerine hep bilimden söz etmesi nedeniyle bilime merak sarmış ve o yıllarda Çarlık Rusya’sında kadınların bilimsel alanda eğitim almalarına izin olmadığından, yıllar sonra 24 yaşındayken Sorbonne Üniversitesine başlamış. Fizik ve matematik bölümlerini birincilikle bitiren kadın. Fransa’da fizik alanında ilk doktora yapan bilim kadını, ilk kadın profesör. .. Fizik ve kimya dalında ilk defa iki Nobel birden almış bir bilim kadını. Hatta ilk Nobel aldığında onun isminin yazılmamış olmasına eşinin itiraz etmesi sonucu sonradan adı ilave edilmiş bir kadın… Erkek egemen bilim dünyasına adını yazdıran kadın…
Bu kadınların yaşantılarını dinleyince burnumun direği sızladı. Jane, kadınlara eğitim hakkı tanınmayan İngiltere’den yetişmiş, Marie ise, o devirde bilimsel eğitim almasına izin verilmeyen Çarlık Rusya’sından. Tarih boyunca okumak, eğitim almak, kadınlara neden yasaklanmış, neden kadınların hep önü kesilmek istenmiş anlamak pek de mümkün değil.
Bir annenin aynı rahminde büyüyen kadınlara tanınmayan hak ve özgürlükler, erkekler için alabildiğince tanınmış. Bugün bile, aynı ayrımcılık pek çok yerde sürüp gidiyor. Hatta bir iş yerinde, eşit şartlarda yükselme şansı tanınacaksa, önce erkeklere, sonra kadınlara hak tanınıyor hala. Bu durum, hayatın her alanında devam edip gidiyor. Önce erkekler, sonra kadınlar… Önce erkek çocuklar, sonra kız çocuklar…
Oysa, bu kadınlar özellikle Marie Curie, bilimsel eğitim almak için çaba sarf etmeseydi, muhteşem buluşları hangi zaman dilimine kalacaktı kim bilir.
Jane Austen, bugün bile zevkle okuduğumuz romanları, o kısacık ömrü boyunca yazmasaydı, edebiyat alanında da büyük bir boşluk kalacaktı eminim.
Biz kadınlar, neden bir çok şeyi erkeklerden daha fazla çaba sarf ederek elde etmek zorunda kalıyoruz? Daha az akıllı olduğumuzdan mı? Daha az başarılı olduğumuzdan mı? Daha yeteneksiz olduğumuzdan mı? Hiç birinde erkeklerden “daha az” değil becerilerimiz. Sadece, erkek egemen toplumlarda kendimize yer bulmaya çalışmaktan ve mücadele etmekten yorgun düşüyoruz.
Tarihe baktığımızda, dünyadaki bütün ülkelerden önce, Mustafa Kemal Atatürk’ün biz kadınlara gereken değeri verdiğini, onları layık oldukları yere taşımak için kanunlarla desteklediğini görüyoruz.
Toplum olarak bugün kadınların hala hak ettikleri yerde olmadıklarını üzülerek fark ediyoruz. Bir birey olarak toplumda yer almanın, bir erkeğin karısı, kızı veya kardeşi olmak yerine “ben” olarak yer almanın dayanılmaz güzelliğinin ne zaman farkına varacağız? Bu konuda biz kadınlara, daha fazla görev düşmüyor mu?
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net