Bir kitap okurken veya bir program dinlerken, bazen hiç farkına varmadan kendi iç dünyama kapandığımı ve içimden bir sesin beni sorgulamaya başladığını fark etmiştim:
“Nerede yaşıyorsun?” diye soruyordu iç sesim ve devam ediyordu, “Senin yaşadığın yer, sadece ve sadece kafanın içinde. Oysa kendini oradan biraz dışarı çıkartabilsen, dışarıda seni bekleyen kocaman bir dünyanın farkına varabileceksin…”
Duraksadım ve düşünmeye başladım. Gerçekten, kafamın içinde hapsolma fikri birdenbire bana çok korkutucu geldi. Ya oradan hiçbir zaman dışarı çıkamazsam? Kendi kafasının içinde hapsolan insanlar yok muydu? Elbette vardı. O insanlar, hiç de farkına varmadan, giderek daha tutucu ve yeniliklere uzak kişiler oluyorlardı.
Hapsolma fikrinden kafamın içinde seyahat etme fikrine geçiş yaptım birden. Aslında bu fikir de çok güzeldi ve ben kim bilir kaç defa kendi beynimin kıvrımlarında gezinmiştim. Bir yazı yazarken, düşünürken, bir eğitim tasarlarken, okuduğum bir makaleyi, bir kitabı sindirmeye çalışırken… Pek çok kez, üstelik de bulunduğum durumdan son derece mutlu olarak yaptım bu yolculukları. Ama her sefer kendi kafamın içinde yolculuk yapmak bana ne kadar yol aldırabilirdi, ya da ne kazandırabilirdi? Hep aynı kalıbın içinde yaşamanın nesi güzeldi? Bazen o kalıpların dışına çıkmak, başka düşünce tarzlarını anlamaya çalışmak gerekmez miydi? Belki de o başka düşünce tarzlarının bana katacağı kim bilir ne kadar çok şeyi kaçırıyordum hep kendi içime kapanarak…
Etrafımdaki insanlara sormalıydım ve sordum da; “Bir an için sadece kafanızın içinde hapsolduğunuzu düşünün, bu size ne hissettiriyor?” dedim ve sorduğum kişilerden bazıları, hatta biraz da irkilerek bu fikirden hiç hoşlanmadıklarını belirttiler. Oysa belki onlar da binlerce kere, kendi kafalarının içinde seyahat yapmışlardı. Bir tanesi dehşete düştüğünü belirtirken, diğeri bu düşüncenin kendisine umutsuzluk verdiğini söyledi.
Güneş, her sabah ödevini yapıyor ve yeniden doğuyordu. Hep aynı yerden, doğudan… Ne zamana kadar? Şimdilik, büyük bir terslik olmazsa, hep aynı yerden doğmaya da devam edecekti. Biz de her sabah uyanıyor ve önümüzde koskocaman bir gün olduğunu varsayıyorduk ve kaç gün daha böyle uyanacağımızı bilmeden, sanki her sabah tekrar uyanabilecekmişiz gibi hareket ediyorduk. O günün iyi bir gün olup olmayacağını, bizi çok etkileyip etkilemeyeceğini de bilmiyorduk. Bir rutinimiz vardı ve biz buna uymakla kendimizi mutsuz hissetmiyorduk.
Yaratıcı olabilmek için beynimizin kıvrımlarına, bize yeni fikirlerle ilham vermesine çok ihtiyacımız vardı. Beynimizin içindekileri keşfedebilmek ve sonrasında onları süslemek ve daha doyurucu hale getirebilmek için de dış dünyaya ihtiyacımız vardı. Belki de doğru olan, sadece kafamızın içindekileri değil, onları dış dünya etkileşimleri ile de değiştirerek bambaşka hale getirdikten sonra, sunmak olabilirdi.
O halde, bize düşen; öncelikle fikirlerimizi serbest bırakmaktı. Bırakalım aksınlar, bırakalım hapsolmasınlar… Unutmayalım ki yaratıcılık bir varış noktası değil, bir yolculuk. Hep var olması ve devamlılık göstermesi gerekirdi. Yaratıcılığın peşinde koşarken, bir yandan kendimizi keşfettiklerimize bağlı olarak canlanmış veya hüsrana uğramış, ödüllendirilmiş ve hayal kırıklığına uğramış bulabilirdik ama asıl önemli olan, yaratıcı fikirlerin bizimle beraber olmasıydı..
O gün için, zihnimizin içindekiler bizi tatmin etmese de güzel fikirler bulamasak da hepimiz sınırlarımız olduğunu bildikten ve ona göre davrandıktan sonra, bir sonraki yapacağımız yolculuk belki beklentilerimizin kat kat üzerinde olabilir.
Şimdi ilginç bir soru sormanın belki de tam zamanı. Yaratıcılık öğretilebilen bir şey mi, yoksa doğuştan var olan bir yetenek mi? Yaratıcılığın anahtarlarından biri de yeni fikirlere ve deneyimlere açık olmak değil mi? Yaratıcılığı hayatımıza dahil etmek için neler yapabiliriz?
Öncelikle, kendi kafamızın içinde hızla akan düşüncelere karşı savaşmayı ve onları yargılamayı bırakmamız lazım. Sadece kendimizi yargılamaktan vazgeçmekle bile çok büyük fark yaratacağımızı bilmeliyiz.
Bu kadar mı? Elbette ki hayır. Daha sonrasında, hislerimizi nasıl kabul edebileceğimizi öğrenmeniz gerekir. Hisleri kabul etmek de bizi büyük ölçüde rahatlatacaktır.
Kişisel gelişim eğitimlerinden birinde, düşüncelerimin çok karıştığı ve içinden çıkamadığımı hissettiğim durumlarda, kendimi en mutlu hissettiğim ana doğru bir yolculuk yapmamı, çok sevdiğim bir müziği aklımdan geçirmemi, beni gülümsetecek, gurur duyduğum bir başarıyı hatırlamamı ve aklımdan geçen her şeyi bir kenara bırakıp sadece o ana odaklanmamı söylemişlerdi. Bunu zaman zaman hep uyguladım ve içimdeki karamsar ve karışık düşüncelerin yok olduklarını hissettim. Sanki özgürlüğümü yeniden kazanmış, beynimi, kendimi sıfırlamış ve yeniden enerji dolduğumu hissetmiştim.
Ne dersiniz, zincirlerimizi kırmanın, kafamızın içinde hapsolmaktan kurtulmanın ve yaratıcılığa doğru yelken açmanın zamanı gelmedi mi?
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net