O heykele ait fotoğrafı ilk gördüğümde beni çok etkilemişti.
Öncelikle, yarısı olmayan insanların heykel olarak nasıl yapıldıklarını merak etmiştim. Sanki hiç birisi ayakta duramayacak gibi gelmişti bana. Aslında, statik hesapları bence muhteşem. Eee, bunu önemsememi de benim mühendis olmama verelim biraz. Neyi görsem, hangi şekli, önce nasıl yapılmış diye düşünmeye başlayan mantığımın çalışmasına bir türlü engel olamıyorum. Sonra, heykeltıraşın ne amaçlayarak bunu yaptığını merak etmiştim ama araştırmamıştım. Derken, günlerden bir gün Yazarlık Atölyesi’ ndeki hocamız, bu resmi anlatan bir yazı yazmamızı istemez mi?
Önce internete daldım, heykeltıraşı yeniden tanımak ve sonra da heykeltıraşın ruhunu anlamak için.
Bu eksik insanları çizen bir sanatçı neyi amaçlamış olabilirdi?
Bruno Catalano, 2013 yılında başlattığı “Gezginler” adını verdiği bu akımla, bizlere neyi anlatmak istiyordu? Ya da bizler, bu yarısı eksik bırakılmış heykellere bakınca neler hissediyorduk? Ya da hissetmeliydik?
Sanatçının kendi anlatımıyla:
“Hayat yolunda hepimiz birer yolcuyuz, kimimiz iş kimimiz ise kendimizi aramak uğruna yola koyuluyoruz. Heykellerim de bir sebepten yola çıkmış, bir dünyanın insanı değil de dünyada bir insan olan ve çıkılması kaçınılmaz yolculuklara koyulmuş kişiler… Ayakları üzerinde duran ve evleri valizleri olan özgür ruhlar. Eğer yüzlerine bakarsanız hepsinde ortak bir şey görürsünüz, gurur. Yola çıkmış olmanın ve yol alıyor olmanın haklı gururu ile başı dik yürüyen insanlar hepsi. En önemlisi de kendilerini gerçekleştirmeye çalışan, her an kendilerini tamamlayan ‘eksik’ insanlar…”
Hepimiz, tamamlanmış olarak dünyaya geldiğimizi düşünerek, eksiksiz, hatta kusursuz olduğumuza karar veriyoruz. Oysa ki, içimizde bir yerler, bir şeyler yok mu her zaman eksik olan, eksik kalan?
Niçin eksik hissediyoruz kendimizi, niçin sürekli yer değiştirme, yeni insanlar tanıma, yeni yerler görme arzusu var içimizde? Serüven mi arıyoruz yoksa eksiklerimizin tamamlanacağı duygusuyla mı hareket ediyoruz?
Çok eskilere gidiverdim birden, aklıma 1965 yılında Kısmet adlı teknesiyle, dünyayı dolaşan Sadun Boro geldi. Hepimiz için düş gibiydi o ve eşinin hayatı. Zaman zaman gazetelerden nerede olduklarına dair haber alıyorduk. Şimdiki gibi değildi ki iletişim…
Bugünlerde sosyal medyada takip ettiğim iki çift var, motosikletleriyle dünya turu yapan ve şu anda Malezya’ da olan bir çift ve buldukları her türlü vasıtayı kullanarak dünya turu yapan ve şu anda Amazon’ a doğru yolculuklarına devam eden bir başka çift.
Yaz başından beri takipteyim bu gençleri. Eğitimli, donanımlı gezginler bunlar. Her sabah onların maceralarını heyecanla bekliyorum. Sanki kendi yakınlarım gibi geliyor bu çocuklar… Onlarla beraber geziyormuşçasına mutlu ediyor beni hikayelerini izlemek... Kuzey ışıkları dediler, Alaska’ ya gittiler, bende beraber, Ekvator’ a gittiler bende beraber, Kolombiya’ ya gittiler, uyuşturucu cenneti diye bilinen ülkeyi onlarla tanıdım bende beraber. Neydi bu gençleri yollara süren? Ne düşünerek yola çıkmışlardı? Hem de işlerini güçlerini ellerinin tersiyle bir kenara atarak. “Ben bunu istiyorum. Çok az zamanım var bu dünyada, en azından her yeri göreyim.” diye mi düşündüler?
Ya aileleri? Acaba onlar nasıl karşılamışlardı bu kararlarını? Peki, ya benim oğlum, yarın gelip de “Anne, ben dünya turuna çıkıyorum.” deseydi ne derdim ona? “Git, gez hayatını yaşa mı?” Ya da “Ne yapıyorsun, çıldırdın mı?” derdim. Hangisi doğruydu? Aslında doğru neydi ki? Kime göre, neye göre? Benim insanları yargılamaya hakkım var mıydı ki? Diğer gençlerin yaptıklarını beğenir, onlarınkini izlemeye alırken, kendi oğluma doğru veya yanlış diyebilecek miydim? Aman yahu, aklım bir heykelden nerelere gitti gece gece, ne Sadun Boro kaldı, ne Kısmet yelkenlisi…
Hadi, bu devirde her şey daha kolay diyelim de, Macellan, Kristof Kolomb, Piri Reis olmasaydı? Dünya aslında maceraperest insanların omuzlarında yükselmiyor mu? Her gittikleri yerden bir şeyler öğrenip, bize getiriyorlar ve bizlerde o kültürlerle tanışıyor ve onları benimsiyoruz. Amerika, her ülkeden giden maceraperest insanlar sayesinde bugünkü konumuna gelmedi mi? Ya gerçekse, Bering boğazı üzerinden Orta Asya' dan Amerika kıtasına giden Türk' ler? Kızılderililerin Türk kökenli oldukları ya doğruysa? Şimdi kim istemez ki, Rusların meşhur Sibirya trenine binerek, bir uçtan bir uca Sibirya’ yı görmeyi? Ya da gizemli Tibet’ te rahiplerle bir arada olmayı? Norveç fiyordlarında gezen bir gemiyle, en kuzeye kadar gidebilmeyi? Akşamların bir türlü olmadığı St. Petersburg gecelerini? Hala bizlerin izlerini taşıyan o güzelim Balkanlar’ da avare bir şekilde dolaşmayı?
Hatta hatta, belki de çok yakında dünyaya uzaydan bakmanın mümkün olacağı gezilerin başladığı ve sıradan insanların da özçekimler yaparak uzay mekiklerinden resimler paylaştıkları?
Ne bekliyoruz ve nereye gidiyoruz? Her zaman ilgimi çekmiştir sınır tanımayan doktorlar… Onları o mahrumiyet bölgelerine götüren ne olabilir ki?
Gerçekten, Heykeltıraş Bruno haklı galiba… Bütün gezginlerin yüzlerinde bir gurur var. Bilinmeyene yolculuk ederek, bilinmeyenleri öğrenerek, kendilerini daha zenginleştirerek bunu da hak ediyorlar sanırım. Belgeseller mesela, en çok sevdiğim, hortumlar, kasırgalar, volkanların patlamalar bu insanlar sayesinde evlerimize misafir olmuyor mu? Yeryüzünün binlerce metre altındaki mağaralar, balta girmemiş ormanlarda yapılan yolculuklar… Evet, bu insanların yaptıklarıyla gururlanmaya, daha başka ülkelere de gitmeliyiz gezmeliyiz diyerek yeni arayışlara girmeye hakları var.
Ben gider miydim? Bu kadar cesur muydum? Hiç sanmıyorum… Ne yazık ki atalarımızdan gelen göçebe kan bana geçmemiş sanırım…
Gidemezdim evet, yine de bu insanları seviyorum, iyi ki varlar, iyi ki gezginler, kalplerini her gezdikleri yerde bırakıyorlar belki ama, başka insanların kalplerini de alıp bizlere getiriyorlar…
Zaten bir insanın hayatı, evren için küçücük bir zaman dilimi değil mi?
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net