Leylekler Gelene Kadar Kalsaydın

Ağustos ayının ortalarıydı ve bereketli yaz günleri yavaş yavaş yerini sonbaharın serin günlerine bırakmaya başlamıştı. Dağlar kadar güçlü genç bir adam, gözlüklerinin ardına sakladığı gri gözleri ve içinde bin bir türlü acının kaynaştığı bakışlarıyla elini sımsıkı tutuğu küçük kızla birlikte öylece durmuş gökyüzüne bakmaktaydı. Beş yaşındaki Ayşe ve o artık yalnız kalıvermişlerdi. Nasıl kayıp da gidivermişti ellerinin arasından Nesrin’i... Tutamamıştı.


Sevgili karısının dinmek bilmeyen baş ağrıları ve giderek gücünü kaybeden vücudu nedeniyle bir gün doktor arkadaşlarının kapısını çalmışlardı. Günlerce tahliller, tetkikler yapılmış, arkadaşları üzüntülü bir bakışla, elleri sımsıkı birbirine kenetlenmiş sevgililere bakarak “Maalesef…” diye başlayan cümlelerini kurmaya başladığında, her ikisi de kulaklarında patlayan fırtınadan hiçbir şey duymaz olmuşlardı.


Nesrin, ölümün bu kadar yakın olmasını öyle büyük bir tevekkülle karşılamıştı ki... Sedat isyan ediyor, sağı solu yumruklamak istiyor ve bir çözüm bulmak için kıvranıyordu. O kış kaç doktora daha gittilerse de, hiç birisi onların yüzlerini güldürecek bir şey söyleyemedi. Güzel karısı, günden güne zayıflamış, gücünü yitirmiş ve gözlerinin etrafında mor halkalar belirmeye başlamıştı. Küçük Ayşe’ye hiçbir şey belli etmek istemeden, her şey normalmiş gibi davranmaya çalışıyorlardı. Bahar geldiğinde bir gün, anne kız pencereden leyleklerin gelişini birlikte izlerken bu güzel kuşları kızına anlatmaya çalışmıştı:


“Leylekleri hiçbir zaman unutma canım, her sene onlar gelirken ve tekrar sıcak memleketlere geri dönerlerken hep gökyüzüne bak. Yanında olduğumu ve bulutların üzerinde birlikte el ele süzüldüğümüzü hayal et. Biliyor musun, leylek babalar her zaman daha önceden gelir ve yuvalarını leylek anneler için hazırlarlarmış. Daha sonra da yuvalarında onların gelişini beklerlermiş. Baba leylekler, yavrularını hem doyurmakla yükümlülermiş hem de onları dünyadaki tüm kötülüklerden korumaya çalışırlarmış. Sen de her zaman baban ne derse dinle ve hiçbir zaman onun sözünden çıkma e mi güzel kızım…”


“Ya sen anne? Sen babamla benim yanımda olmayacak mısın?”


“Bazen anneler hiç istemeseler de uzaklara gitmeleri gerekebilir ama her zaman çocuklarını kollayıp korurlar…” cümlesini bitirirken sesi çatal çatal olmuştu. Biliyordu ki leylekler sıcak ülkelere geri dönerlerken kızının yanında olamayacaktı. Ayşe sanki olacakları fark etmiş gibi sımsıkı sarıldı ve başını annesinin boynuna gömdü.


Bir gece, uyandığında Nesrin’i yanında göremeyen Sedat, doğruca küçük kızlarının odasına gitmişti. Güzeller güzeli karısı, kızının yatağının baş ucunda, sanki gözlerinin derinliklerine o minik güzelliği hapsetmek istercesine, elini bile sürmeden onu seyrediyordu. Hiç ses çıkarmadan yanına oturmuş ve ona sarılarak, kaybolan hayallerine, ümitlerine, birlikte yaşayamayacakları gelecek güzel günlerine ağlamaya başlamışlardı.


“Sedat, hep arkasında duracağına söz ver bana. Kendine yetmeyi öğret, ayaklarının üzerinde sapasağlam durmayı. Bir de... Unutmasın; unutturma beni. Çaresizliğimi anlat ona; Ayşem’i ne kadar çok sevdiğimi, elimde olsaydı hiç gitmeyeceğimi... Anlatırsın söz değil mi?


“Söz canım, söz… O bizim kuzumuz, hazinemiz, her şeyimiz. Elbette ki seni benden öğrenecek Nesrin’im. Çocukluğumuzdan beri devam eden bu muhteşem sevginin bizi nasıl birbirimize bağladığını da… Bundan hiç şüphen olmasın. Güzel karım; sen benim sadece ilk aşkım değilsin, çocukluk arkadaşım, gençlik alevim, can dostum, eşimsin. Unutulur musun hiç? Unutulabilir misin?” O geceden sonra biricik sevgilisi, tıpkı sönen bir mum gibi günden güne daha da eridi, son günleri geldiğinde, artık her zaman yanındakileri tanıyamıyor, boş gözlerle sadece etrafını süzebiliyordu. Sedat sessizce, her anında yanında oldu. Ta ki Ağustos ayının sonlarına doğru bir gece sabaha karşı, o korkunç sesli meşum kuş, pencerenin önüne gelip garip bir serenat tutturana kadar… Serenat bittiğinde, sevgili karısı, acılı hayatının sonuna gelmiş ve kuşun pencerelerinden uçup gitmesiyle birlikte huzur içinde ruhunu teslim etmişti. Yorgun vücudu, dinlenmeyi seçmiş ve Sedat’ ı yavrusuyla birbirine emanet ederek çok uzaklara gitmişti.


Ayşe, kucağındaki her tarafı yıpranmış minik tavşanıyla birlikte kendisine dev gibi görünen babasının yanında sessizce pencereden dışarı bakıyordu. Elini sımsıkı tutuyordu genç adamın. Bir ona, bir gökyüzüne çeviriyordu bakışlarını.


“Baba, biliyor musun ben bu kuşların gelişini annemle birlikte izlemiştim.


Sonbaharda göç edecekler demişti. Onlar şimdi nereye gidiyorlar?”


“Leylekler, her sonbaharda sıcak ülkelere göç ederler, bir dahaki sene sıcaklar tekrar gelene kadar kış mevsimini geçirecekleri yerlere gidiyorlar.”


“Baba, annem de bu leylekler gelene kadar bizimle kalsa olmaz mıydı?”


Genç adam kızını büyük bir sevgiyle kucaklayarak:


“O da isterdi canım, o da isterdi… Ama, olmadı işte… Biz artık baş başayız yavrum… Sadece sen ve ben. Onun hep istediği gibi birbirini çok seven baba ve kız olacağız tamam mı?”


Ayşe, o gün annesizliğin ne olduğunu anladı ve odaya çöken kederin buğulu ağırlığının farkına vararak, babasına daha da sıkı sarıldı…


O günden sonra, öğretmen Sedat ve kızı her zaman birbirlerine destek olarak yaşamaya devam ettiler. Genç adam, Nesrin’i kaybettikten sonra yeniden evlenmeyi de bir başkasını sevmeyi de aklının ucundan bile geçirmedi. Gün geçtikçe büyüyüp serpilen ve güzelleşen Ayşe’si çok da akıllıydı. Babasına benzeyen gri gözleri, ondaki çelik gibi iradeyi yansıtıyordu. Annesinden de duru beyaz tenini ve simsiyah saçlarını, inatçılığını, çılgınlar gibi kitap okumasını ve hiç bitmeyen merakını almıştı. Kafasına koyduğu ne varsa gerçekleştirmek ister, babasını razı etmek için ne gerekirse yapardı. Hiç olmayacak bir şey istediği vakit, babası “Kavaktan yukarı yol gider küçük hanım…”dedi mi o zaman durması gerektiğini bilirdi. İşte orası, her ikisinin de kırmızı çizgileriydi.


Ayşe, üniversiteye kadar hiç duraklamadan gelmiş, her geçen gün başarılarına bir yenisini eklemişti. Birbirinden hiç ayrılmamışlardı ta ki İstanbul’ daki üniversiteyi kazanana kadar. Tatillerde görüşseler de ilk defa bu kadar uzun süre ayrılmışlardı birbirlerinden. Sedat, kızının mezuniyet törenine katılmak için yıllar önce eşiyle birlikte okumaya geldikleri bu şehre yeniden gelmiş ve töreni büyük bir gururla izlemişti.


“Tam istediğin gibi bir insan oldu kızımız Nesrin’im tam istediğin gibi. Sen de gurur duyardın onunla, bizi izliyorsun biliyorum. Artık benim de görevim bitti. Şimdi sıra onda, kendi yuvasını kuracak ve evlatlarını büyütecek ve bu dünyaya kök salacak.” Yaşlı adam içinden mırıl mırıl bunları söylerken, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu.


Sedat, mezun olduktan sonra, kızının kendi küçük şehirlerine dönmesini istemişti ama fark etmişti ki büyük şehrin cazibesi esir almıştı onu. Ayşe, artık eskisine göre daha az gelebiliyordu küçük şehirlerine. Bir gün, babasına anlatmıştı işini: “Babam, sana bir sırrımı söylemeliyim. Ben artık devlette özel ve gizli bir görevde çalışmaya başladım. Bana söz vermeni istiyorum, hiç kimseye bu işimden bahsetmek yok, bazen uzun süreli yurt dışına bile gidebilirim, beni aramayacaksın, ben gerektiğinde irtibat kuracağım.”


Babası “Yapma,” demek istediyse de, kızının gözlerinde yanan alev, onun çoktan işi kabul ettiğini anlatmıştı. Bir numara vermişti Ayşe ve sadece çok zor bir gün yaşarsa kendisini buradan aramasını söylemişti babasına. Bir de parola bırakmıştı, parolaları, annesinin ölümünden sonra söylediği “Leylekler gelene kadar kalsaydın…” sözleri olacaktı. Ayşe bazen ayda bir, bazen daha uzun aralıklarla arıyordu babasını. Kısacık bir görüşme oluyordu. Yaşlı adam, gözü gibi büyüttüğü kızının nasıl bir dünyayla cebelleştiğini düşündüğünde soğuk soğuk terler döküyordu.


Deliler gibi çalışıyordu Ayşe’si ve yıllar birbiri ardına devriliyordu. Sedat kızını çok özlüyor ama ona hiç belli etmiyordu içini yakan özlemini. Bir gün, güzel kızı elinden tuttuğu bir gençle kapısını çalmıştı. Babasına sevdiğini tanıtırken, yaşlı adam, onun nasıl büyük bir aşka tutulduğunu anlamıştı. “Hep derdin ya bana, ellerini tutuşuna bak diye, öyle sımsıkı tuttu ki ellerimi, o elleri artık bırakamam ben baba…” demişti. Sedat, bu büyük sevginin önünde sessizce boynunu bükmüştü. Sevgilerine oluru alan gençler, küçük şehirlerinde hemen yıldırım nikahıyla evlenmişler, sonrasında işleri nedeniyle aceleyle geri dönmüşlerdi. Zaman zaman telefonla görüşseler de onları görmeyeli neredeyse iki yıl geçmişti. Bir akşamüstü kapı çalınmış ve gözünün bebeğinden sakındığı, canı kadar sevdiği güzeller güzeli kızı perişan bir halde, ağlayarak, kollarında el kadar bir bebeyle karşısına çıkmıştı.


“Baba, bana nasıl baktıysan, büyüttüysen ve hayatı anlattıysan, benim kızıma da aynı şekilde bakar mısın?


“Ayşe, senin bebeğin mi bu?


“Evet, baba, benim. Ama benimle kalamaz. Onun için en güvenli yer senin yanın. Ne olur, onu yanından hiç ayırma baba…”


Babasının neler olduğunu sormasına bile fırsat bırakmadan, bebeğini kollarına bıraktı, elini öptü küçük kızının. “Hoşça kal Ebruli, hoşça kal güzel kızım. Şimdi içim rahat. Artık dedenin yanında güvendesin…”


Ağlaya ağlaya merdivenlerden süzülüp, kayıp gitmişti Ayşe. Yaşlı adam hiçbir şey anlamamıştı. O sırada küçük kız gözlerini açarak dikkatle kendisine baktı ve minik eliyle dedesinin parmağını tuttu. “Ebruli Hanım, güzel kızım, gel bakalım evine hoş geldin…” diyerek eve girdi yaşlı adam. Bebeğin yanında bir mektup ve nüfus kağıdını gördü. Küçük kız kucağında, pencerenin önündeki koltuğuna oturdu ve mektubu okumaya başladı:


“Babam, mektubumu okurken kızma bana, çatma kaşlarını ne olur. Bu, torunun, Ebruli. Sevdiğim adamı, bebek beklediğimi öğrendiğimden çok kısa bir süre sonra, bir görev anında kaybettim. Çok düşündüm işimden ayrılmayı ama yüreğimdeki yangını ancak çalışmakla giderebileceğimi anladım. Ben onu çok sevdim. Bu çocuk, bizim sevgimizin kanıtı. Biliyorsun, göreve daldım mı dünyayı unuturum, istediğim gibi bakamam yavruma. Oysa sen, tıpkı benim gibi yetiştirirsin onu. Biliyorum. Seni de, onu da çok seviyorum. Bir gün geleceğim, mutlaka geleceğim. O güne kadar hoşça kal babam…”


O günden sonra yaşlı adam ve küçük torunu için yeni bir yaşam başlamıştı. Onunla gülüyor, onunla dertleniyor, hayatını küçük kıza göre ayarlıyordu Sedat. Yıllar hızla geçmeye, takvim yaprakları birbiri ardına koparılmaya devam ediyordu. Ayşe sadece yıl başlarında ve bayramlarda kart atıyor, hediye gönderiyor ve onları sevdiğini söylüyordu her zaman. Ama gelmiyordu. Sadece arada bir ettiği telefonlarda kızının dinmeyen acısını duyabiliyordu Sedat.


Yine bir Ağustos ayının ortalarıydı, Her akşamüstü hüzün dolu gözleriyle gökyüzünü tarıyordu yaşlı adam ve yanındaki küçük kız.


-Dede, leylekler yine gidiyorlar değil mi?


-Evet yavrum, sana anlatmıştım ya, onlar her sene giderler ve her bahar yeniden gelirler.


-Yavruları da onlarla mı gider dede?


-Evet, yavruları da gider.


-Leylekler bile yavrularını alıp gidiyorsa, benim annem neden beni alıp gitmedi dede?


Taş gibi bir sessizlik düşüverdi odaya. Yaşlı adam gözlerini silmeye çalıştı yanındaki kıza belli etmeden. Birden düşünceler hücum ediverdi beynine, peş peşe flaşlar yanıyordu sanki. Geçmiş, ah o acılı geçmiş, nasıl da acıtarak, canını yakarak geri gelmişti yine.


Yıllar hızla geçip gitmişti ve Ebruli o sonbahar okula başlayacaktı. Bir gece rüyasında Nesrin’ ini gördü Sedat. “Az kaldı canım, az kaldı kavuşacağız…” dedi kendisine. Yaşlı adam, o sabah kalbinin üzerinde korkunç bir ağrıyla uyandı ve doğruca doktorunun yolunu tuttu. Yapılan bir sürü tetkik sonrasında, doktor arkadaşı, kalbinin çok hasta olduğunu ve her an sonsuz uykuya dalabileceğini anlattı. Ne yazık ki Ebruli’ yi büyütecek kadar vakti kalmamıştı.


“Sedat, sevgili arkadaşım, artık Ayşe’ ye haber vermelisin…”


Yaşlı adam eve döndükten sonra, uzunca bir süre düşündü ve kalkıp numarayı çevirdi. Karşısına çıkan kızının sesi panik içindeydi:


“Baba, nasılsın, Ebruli nasıl?”


“Ayşe, güzel kızım, leylekler gelene kadar kalsaydın, olmaz mıydı?”


“Tamam babam, kalacağım, merak etme sen…”


Ayşe, bu konuşmanın üzerinden birkaç gün geçmeden kapıyı çalmıştı bile. Kendisine çekinerek bakan Ebruli’ yi kucaklamış, gözlerinden sicim gibi yaşlar akarken, endişeli gözlerle babasına bakmıştı. “Artık vakit geldi kızım, senin Ebruli’yi almanın, benim de leyleklerin çağrısına uyma vaktim geldi. Kızını alıp buralardan gitmelisin ve onun elini bir daha asla bırakmamalısın.”


“Baba, sen ne yapacaksın? Yapayalnız kalacaksın buralarda, nasıl bırakırım seni?”


“Sen beni hiç düşünme, ben görevimi yaptım, şimdi sıra sana geldi. Ebruli’ye iyi bak, onu kendi ayakları üzerinde durabilen bir kız olarak yetiştir. Beni ve Nesrin’ i anlat ona. Yarın ilk iş olarak gidiyorsunuz buradan. Yeni bir hayata yelken açma vaktidir.”

Ertesi sabah, Ayşe yüreğinin bütün sevgisiyle kucakladı babasını. Ebruli, giderayak tıpkı bir sarmaşık gibi sarıldı yaşlı adama.


“Dede, ne olur sen de bizle gel, ne olur dede.”


Hiç konuşamadan Ebruli’ yi ve kızını koklayarak öptü yaşlı adam. Evin kapısı arkalarından kapandığında soğuk bir rüzgar evin içini dolaştı bir an. Gidişlerini görmek için ağır adımlarla pencereye yaklaştı. Ayşe ve Ebruli, sımsıkı el ele tutuşmuş, köşeyi dönerlerken, son bir kez geriye dönüp hayatlarındaki en önemli erkeğe, yüce dağlarına el salladılar.


Sedat, gözleri dolu dolu pencerenin önündeki eski koltuğuna oturdu. Bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Leylekler evin önündeki açıklık alanda döne döne toplanıyorlardı. Ömrünün tek aşkının gülümseyerek gökyüzünde kendine doğru yaklaştığını gördü.


“Görevimi tamamladım Nesrin’ im, huzur içindeyim. Artık götür beni buralardan, çok yoruldum…” dedi fısıldayarak. Dua edermiş gibi, sevgili eşine ellerini uzattı.


Leyleklerle birlikte başka diyarlara gitme vakti gelmişti.

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER