Mahmut Şevket ve Oğulları

-Baba, Nazım Amca’ mı kaybettik!


Kulaklarında küçük oğlunun sesi yankılanıyor ve kendisine mırıl mırıl bir şeyler söylüyordu. Duymak istemediği şeyler… Yatağından hızla doğrulmaya çalıştı. Gençliğini bilenler, o yakışıklı, neşeli ve dağ gibi adamın bugünkü halini görselerdi, gözlerine inanamazlardı. Küçücük kalmıştı yatağının içinde, sadece gözlerinde, hala bitmeyen bir alev, bir merak vardı. O güzel elleri, babasından miras kalan, görenlerin gıpta ile baktığı, ince uzun parmakları, bugün ile hiç bir alakası olmayan yakışıklı bedeni… Artık son günlerini yaşadığı belli olan o menhus hastalığın tükettiği adam, kalan son gücü ile kalkmak için yekindi. Ağasının adını taşıyan, gözlerinde yaşlarla kendisine bakan oğluna son bir gayretle titreyen elini uzattı.


-Ağam mı öldü? Ne zaman?


Titreyen bedeni, sanki yaşam pınarını kaybetmiş gibi acı bir bakışla bakan gözleri, bir mucizeyi beklercesine göğe doğru açılan elleri… Kabullenmek ne zordu, bir gün son gelecekti, biliyordu ve tevekkülle bekliyordu bunu. Her gün biraz daha, biraz daha derken, ilahi güce kavuşmaya az kalmıştı. Diliyle dişi arasında bir şeyler mırıldanmaya başladı. Oğlu, babasının dediklerini anlamak için başını eğdi ve sessizce, dua eder gibi ağzından dökülen şu sözleri duyabildi:


-Ah, ağam ah, yine benden önce davrandın, bak, benden önce kavuştun anneme ve babama... Sırayla olması gerekmezdi ki, ben gitmeye hazırdım, bekliyordum…


Adamın çektiği acının büyüklüğü, kavurdu sanki her yeri. Önce odaya yayıldı, sonra havaya ve nihayet evrene…Bir anka kuşu misali kanat çırparak geçti üzerlerinden. İkisi de bir an bir rüzgar hissettiler, ürperdiler ve ister istemez gökyüzüne çevirdiler ellerini. Dudakları belli belirsiz kıpırdayarak, dua ettiler. Naif vücudu sessiz hıçkırıklarla sarsılıyor ve geçmiş güzel günler bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden.


Mahmut Şevket'in iki oğlu vardı. Her ikisi de birbirinden yağız, görenleri tekrar baktıran, Kars’ın , Ardahan’ın kendi memleketinin havasını suyunu taşıyan iki aslanı vardı onun…İki cengaver... Birbiri ile hep dost, hep arkadaş… Ağabeyi Nazım Cem'in her zaman himaye ettiği kendisinden sadece iki yaş küçük Turgut Cengiz. Küçük olanın her zaman ağasını geçebilmek, onun gibi olabilmek için bir hırsı vardı. Hem tapardı ağasına, hem de hırsına galip gelemezdi bir türlü. Yıllar yılları kovalıyor, iki erkek kardeş gün geçtikçe birbirlerine daha sıkı bağlanıyorlardı. Lise bitmişti. Kayseri Lisesinin iki güzide öğrencisi olmuştu onlar. Mahmut Şevket, bütün çocukları ile övünç duyuyordu. Kızları da, oğulları da tam istediği gibi yetişiyorlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarıydı. Müthiş bir kalkınma hamlesi, okuma yazma seferberliği, savaşın izlerini sarmaya çalışan, pek çok kayıpları olan halk… O yıllar zor yıllardı ve bir o kadar da umut dolu… Genç cumhuriyetin kız çocuklarına tanıdığı eşit şartlarda eğitim imkanı ile, oğullarının yanı sıra kızları da okuyor, hepsi de gelecek için ümit vadediyorlardı. Her iki oğlu da üniversiteye İstanbul' a gideceklerdi. Mahmut Şevket, biri İstanbul Üniversite’sine, biri Teknik Üniversite’ye gidecek olan oğulları ile gurur duyuyordu.


Onlarla gitmeden bir konuşma yaptı:


-Hayat hakkında ne biliyorsam sizlere anlatmaya ve aktarmaya çalıştım oğullarım. Görüyorum ki, ikiniz de istediğimden ala gençler oldunuz. Tek istediğim hayatınız boyunca, ülkenizi, milletinizi, ailenizi, işlerinizi severek çalışmanız. Dürüst olmanız, adil olmanız, hakkınızı savunmanız, her şeyden önce iyi insanlar olarak anılmanız. Ben, buradayım. Sizleri burada bekleyeceğim. Ben, bir aile kurmaya çalıştım. Yalnızlığımı dolduran sizler oldunuz. Benim için ışık oldunuz. Ülkeniz için de ışık olun. Birbirinizin kıymetini bilin. Elleriniz hiç ayrılmasın.


Tüm aile ve onları sevenler, bu iki üniversiteye gidecek genci, Kayseri tren garından dualarla yolcu ettiler. İki kardeş, yolcu edenler küçücük bir nokta kadar kalana kadar el salladılar trenden. Hangisinden ayrılmak zor gelmişti o gün, bilemiyorlardı. Aileden ayrılmak mı? Şehirden ayrılmak mı? Kalplerinin üzerinde buz gibi bir korku vardı. Çöreklenmiş, kalkmak bilmeyen. Her ikisi de, heyecanlı, bir o kadar da endişeliydiler. İlk defa, babalarının sakin ve güven veren sesi yanlarında olmadan, büyük şehrin yalnızlığına gidiyorlardı. Trenin tekerleklerinin raylar üzerinde çıkardığı seslerden başka hiç ses duymuyorlardı. Sanki kalpleri Kayseri’de rehin kalmıştı. Her ikisi de kendi düşüncelerine gömülmüşlerdi. Hayatlarında büyük bir değişim olmuştu. Üniversiteye gidiyorlardı, hele ki o devirde, bir elin parmakları kadar az olan üniversite mezunlarından biri olacaklardı. Ailelerine döneceklerdi, kıvançla ve gururla… Nazım Cem, kardeşine bakarak gülümsedi. Turgut, zekiydi, hem de çok zeki... İçinden "Umarım kardeşim bu zekasınıhep hayırlı yerlere kullanır. Bizde onunla her zaman iftihar ederiz..." diye geçirdi. Turgut Cengiz, birden gülmeye başladı.


Aklına dayılarının onları yolcu ederken söylediği sözler gelmişti. "Çocuklar, İstanbul' da binalar çok yüksektir. Sakın ha binalara bakacağız diye kafanızı çok yukarı doğru kaldırmayın, şapkalarınız düşer de bir daha bulamazsınız." Bu sözleri hatırlatınca, ikisi de burunlarının direği sızlayarak gülümsediler.


Okulları, arkadaşları, yeni bir şehir derken, hayat hızla akıp gidiyordu önlerinden. İki sene geçmişti ve henüz Kayseri'ye geri gidememişlerdi. Yaz tatillerinde çalışıyor, babalarına yük olmamaya çalışıyorlardı. Turgut Cengiz, bir türlü kabına sığamıyordu. Bir şey vardı yüreğinin en iç noktalarında. Daha büyük hayaller, daha büyük istekler hiç bırakmıyordu yakasını. Bu sırada, okulunda Etibank'ınyurt dışına öğrenci göndermek için sınavla burslu öğrenci alınacağı ilanını görmüş ve İngiltere'ye giderek orada okumayı kafasına koymuştu. Bu sınavı kolaylıkla kazandı da, ancak buradaki senelerini yakarak gitmesi ve her şeyden önce de babasını razı etmesi gerekiyordu. Heyecanla Kayseri' ye döndü. Mahmut Şevket, oğlunu görür görmez onu çok heyecanlandıran bir şey olduğunu sezmişti. Turgut, babasına heyecanla, kazandığı bursu, İngiltere' ye gitmek istediğini, burada okuduğu yılları yakacağını ve maden mühendisi olacağını anlattı. Gözleri çakmak çakmak parlıyordu. Babası anlamıştı ki, oğlunu burada tutmak çok zor olacaktı artık. Ufku açık, pırıl pırıl bir genç adamdı o. Bir yandan da ikinci dünya savaşı başladı başlayacak günlerden geçiyorlardı. Nasıl kıyacaktı evladına ve nasıl yollayacaktı yaban ellere? Bir yandan da geleceğine mani olmak istemiyordu onun. Biliyordu ki, oğlu bir gün çok güzel işler yapacak ve onurlandıracaktı ailesini.


Mahmut Şevket, heyecanla kararını bekleyen oğluna “Gel, seninle bir anlaşma yapalım Turgut, şimdi tren garına gidelim ve tesadüfi olarak oradan geçen üç kişiye soralım. İki kişi bile gitsin derse, izin vereceğim." dedi.


Turgut, başka çaresi olmadığını anlamış ve mecburen kabul etmişti babasının söylediklerini. Heyecanla tren garına gittiler ve ilk geçen, babasının okulundan bir öğretmendi.


Durumu anlattılar ve öğretmen biraz düşünerek, "Mahmut Bey, oğlanın istikbaline engel olma, bırak gitsin..." dedi.


İkinci kişi, caminin hocasıydı. "Mahmut Bey, ben olsam oğlumu gözümün önünden ayırmam. Harp çıkacak diyorlar, gönderme..." dedi.


Turgut, alabildiğine heyecanlıydı. Gidecek miydi, kalacak mıydı? Derken, karşıdan, babasının yakın arkadaşı olan Feyzioğlu göründü. Aynı soruyu ona da sordu Mahmut Şevket. Turgut, merakla kıvranarak cevabı bekledi. "Ben olsam gönderirdim..." sözlerini duyar duymaz, babasının eline sarıldı.


Babası onu kucaklarken, içinden “Tutamadım bu civayı. Allah’ım sen oğlumu koru… Hep yanında ol..” diye dualara başlamıştı bile.


Gitti Turgut Cengiz, dedim ya, zor yıllardı. Bir yanda savaş, bir yanda okulu... İlk bir yılı İngiltere’ ye gidemeden Kahire’ de geçirmek zorunda kalmıştı savaş yüzünden. Nazım, okuluna devam etmiş ve bitirdikten sonra, Kayseri Lise’sine öğretmen olarak dönmüştü. Bu arada Mahmut Şevket'e felç gelmiş ve yatalak olmuştu. Nazım Cem, babasına felç indiğini duyar da geri gelir, okulunu ve bursunu yakar diye, yıllarca babasının yazısını ve imzasını taklit ederek mektuplar yazdı Turgut'a...


Hiç öykünmeden, yüksünmeden ve bütün ailenin yükünü üstlenerek, kardeşlerini ve anasını kimseye muhtaç etmeyerek… Turgut, bu olanlardan hiç haberdar olmadan, hiç bilmeden ve altı yıl boyunca, ülkesine hiç gelemeden, okudu... Bu altı yıl içinde, sadece mühendis çıkmakla kalmamış, doktorasını da yapmıştı. Hep parlak bir öğrenci olmuştu. İngiltere' deki profesör, yurduna dönmemesini ve burada kendisine kürsü bile açacaklarını, çok fazla imkan tanıyacaklarını söylemesine rağmen, Turgut;


"Benim on yedi milyon kişiye, halkıma, ülkeme borcum var. Geri dönüp, mecburi hizmetimi yapmak zorundayım. Kalamam...” dedi.


Ne dedilerse fayda etmedi ve memleketine döndü. Turgut Cengiz, babasının artık yatalak olduğunu gördüğü zaman göz yaşlarına hakim olamadı. Hele ki ağasının onun için yaptıklarını duyduğunda… Nasıl da sarılmıştı ona... O günden sonra, ağası, hep ailenin lideri olmuş, bir dediğini iki etmemişti Turgut. Nazım Cem, o kadar severdi ki kardeşini, bayramlarda, Turgut ağasının elini saygıyla öper, ağası, iki eliyle Turgut' un başını kavrar ve büyük bir şefkatle yanaklarından öperdi. Baktığınızda anlardınız bu iki kardeşin birbirini ne kadar ve nasıl sevdiklerini...


Turgut Cengiz, gözlerinden süzülen yaşlara engel olamıyordu artık. Babası gitmişti, anası gitmişti. Ama ağası… O varken, yaslanacak bir çınarı vardı. Ya şimdi?

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Ah Bu Robotlar

Bir robot, uçakta kendini tuvalete kilitler ve insanlarla olan çatışmasını sorgular. Cinsiyetsiz olduğu halde ayrımcılığa maruz kalması onu öfkelendirir. Asimov’un robot yasaları, insan doğası ve kendi varoluşu üzerine düşündüğü gerilim dolu anlar…

Parti Sonrası

Gülgün, partiden sonra istemeden Kubilay’ı arabasına almak zorunda kalır. İstemediği bir sohbet, ısrarcı bir adam ve beklenmedik bir son...

Gezegen Mahallesi

Gezegenler arası fantastik bir öykü.

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER

Tarafından desteklenmektedir