Nazım' ın Hikayesi (4)

Nazım’ın Hikayesi’ni anlatırken, Servet’in hikayesini anlatmamak olmaz. İlk gençlik yıllarından birbirini çok seven iki insan. Aşık ki ne aşık. Ben yıllar sonra bile onların birbirine olan aşklarından bir nebze eksilme olduğunu hissetmedim. Efsanevi bir ilişkiydi onların ilişkisi.


Babam anneme “Anne Servet” diye hitap ederdi, annem de ona “Bay Nazım”. Bu bir sevgi ifadesiydi, bir saygı ifadesiydi. Her şeyden önce bu devrin insanları gibi klişeleşmiş bir şekilde birbirlerine hitap etmiyorlardı. Özeldiler…Ailede kime sorsanız bu hitap şeklini bilirler ve duyduklarında herkesin yüzünde hoş bir gülümseme belirir. Aşk, ancak bu kadar güzel ve özel yaşanabilirdi. Yaşadılar ve bizde hepimiz, bunun şahitleri olduk.


Çok yıllar önce, babam ve annem henüz çok gençken, detayları bizde saklı bir takım olaylar yaşamış ve sonunda, babamın olaya el koyması ve anneme gelip direkt fikrini sormasıyla tamamen değişmiş her şey. O gece sözleri olmuş… Mutluluktan uçuyorlar her ikisi de. Ailedeki herkes de çok mutlu. Çünkü şahit olan herkes onların birbirlerine ne kadar aşık olduklarının farkında. Annemi tanıyan herkes, onun ne kadar sevgi dolu ve karşısındakine huzur veren bir tavrı olduğunu bilir. O, hepimize eşit şekilde davranmayı bilebilen, ailesi her şeyi olmuş bir kadın. Ailesini seven, kocasının ailesini benimsemiş, çok küçük yaşta kaybettiği annesi ve babası nedeniyle, kardeşlerine ve özellikle Ali ağabeyine çok düşkün, bir aileye sahip olmayı ve o ailenin Anne Servet’i olmayı başarabilmiş bir insan.


Tüm bu karakter özelliklerinin yanı sıra güzel, gerçekten güzel, duru beyaz bir ten ve kurumlu kaşlar, karakteristik, tüm kardeşlerinde var olan hafif semerli bir burun. Güzel kadındı benim annem, hala da güzeldir. O yaşlanmanın izlerini çok görmezsiniz yüzünde. Çok özel bir insandır o da. Tıpkı babam gibi…Hiç sinirlenmez, herkese müşfik bakışlarla bakar, sever insanları, hele ki çocukları…Onların nazına oynar, her isteklerini yerine getirir. İnançlı, içinde kıskançlığın “k” sı olmayan bir kadın.


Nazım Cem ise, çabuk kızan, sabun köpüğü gibi öfkelenen, çabucak eski haline dönebilen bir insan… Gür siyah kaşlarının arasından öyle bakışlarla bakardı ki, bakışlarından neler demek istediğini hepimiz anlardık. Bazen de alabildiğine sakin ve dingin bir filozof edasıyla dinlerdi karşısındakini.


Örneğin, ben kendisine erkek arkadaşımdan ilk bahsettiğimde, önce beni dinledi, dinledi, dinledi. Sonra bir kaç soru sordu onu daha iyi tanımak için. Vurucu sorusu tekti. “Onu seviyor musun?” İkimiz yalnızdık o anda. O sevgiyi çok iyi bilen ve sevgiye hürmet eden bir adamdı. Cevabımı duyduktan sonra, elini uzatıp yanağımı sevgiyle okşadı. “Sevginiz daim olsun. Bize getir onu tanışalım”.


Biz bunları konuşurken mevsim kıştı ve yaza doğru, ben arkadaşımı eve getirmeye karar verdim. Korkuyordum da bir yandan. Öyle ya, nasıl bulacak babam? O gölgesinden bile korkulan adam, nasıl davranacaktı bakalım…


Babam beni o yıllarda çalıştığı Şişe Cam fabrikasına götürdüğünde henüz çok küçüktüm. Kocaman bir fabrika, müthiş… Erimiş camdan elde edilen o güzellikler, üfleme sanatçıları, cam üzerine boyama işleri yapan, tezyinat atölyeleri, o atölyelerde çalışan güzel kızlar ve o güzel ellerden çıkan muhteşem sanat eserleri… Bayılırdım onları izlemeye. Büyülenmiş gibi seyrederdim hem fabrikada otomatik bir şekilde çıkan şişeleri ve bardakları, hem de tezyinat atölyesinin ürünlerini… Fabrikadan girişte kocaman dağlar kadar kumlar yığılıydı. Podima’dan getirilen o beyaz kumların tepesine çıkmak ve o kumlardan aşağıya kaymak ne mutluluktu…Çocukluğumun fabrikası, fabrika denilince hep gözümde canlanan yer orasıdır. Belki de üretimi bu kadar sevmemin nedeni o yıllarda, çocuk gözlerimle o fabrikayı büyülenmiş gibi seyretmemden gelir… Her yaz bir kaç kere götürürdü babam beni fabrikaya. Ne eğlenirdim kendi kendime. İlk defa o kadar büyük bir yemekhane görüyordum. İlk defa hep birlikte yemek yiyen insanlar. Öğlen tatillerinde deniz kenarındayız, gördüğümüz yer boğaz. Fabrika taşındığından beri hiç gitmedim Paşabahçe’ye, sanki anılarımı da çalmışlar gibi geliyor bana. Eski haliyle anımsamak orayı çok daha güzel…


Babamla dostluğum, o yıllarda daha bir pekişti sanki. Giderken veya dönerken, Boğaz Vapuruna biniyorduk. meraklı bir çocuktum ve Boğaz’ın her iki yanını da babam anlattı bana. O devirde Boğaz’da balıkta çoktu. Hatırladığım, babam iş dönüşünde torik gibi kocaman balıkları getirirdi bize. Babamın en sevdiği şeylerden biri de Eminönü’ne gitmekti. Her ay maaşını aldıktan sonra, Eminönü’ne uğrardı, şimdiki gibi 50 gram 100 gram alınmazdı pastırmalar. Koca bir kangal pastırma getirirdi bizlere ve biz bu pastırmayı onun güzel, incecik doğraması ile, sadece pazar sabahları bir arada olduğumuz için hep birlikte yerdik. Kuru yemiş ve pasta da alırdı bizler için.


Pastalar, ah o pastalar, tek tek alınan üzeri çikolata kaplı muhteşem pastalar… Yemesi nasıl da zevkliydi. Belki de babamın o haramsız kazancının konusu sinerdi o pastalara. Ne zevkle yerdik hepimiz ve kimse biraz daha yemek için yeltenmezdi. Herkes hakkı kadar yemeyi bilirdi. Bugün çok daha fazlasını almaya paramızda var, gücümüzde… Nedense o pastaların tadı ve kokusu yok aldıklarımızda.


Offf, bu satırları yazarken, aynı koku geliverdi burnuma bir yerlerden ve burnumun direği sızlayıverdi. Ah babam, güzel babam ne güzellikler yaşattın sen bize… Arı, sade, mutlu bir çocukluk yaşattın ve güzel bir aile yarattın bizler için… Sofraya uzun yıllar hep sekiz kişi oturduğumuzu hatırlarım. Nazım’ın sofrası en az sekiz kişilik açılırdı. Anne Servet ise, bu masaya oturanlar için lezzetli yemekler yapmak için uğraşırdı. Eğer bayram veya özel bir günse veya Bay Nazım istemişse, baklava açardı annem. Ama ne baklava… Hala yiyenler tadını unutamadıklarını söylüyorlarsa, demek ki ne kadar muhteşemmiş. Biz Kayseri’li bir aileyiz. Hem hamur işleri güzel yapılırdı, hem sebzeler… Kocaman sofralarda yenilen mantılar, su börekleri… Annem her yemeği adabıyla yapardı. Yetiştiği ev öyle, cicannem (büyük dayımın hanımı) onlara her şeyi usulunce öğretmiş. Annemin elinden pişmiş hiç bir yemeği geri çeviremezdiniz, burun bükemezdiniz. O kadar lezzet dolu olurdu ki, sevgi vardı içinde, özen vardı içinde…


Bizim evde, sofraya oturan hepimiz pişmiş bir yemeğe ben bunu yemeyeceğim diyemezdik. Hepimiz her yemeği yerdik ve masada yerdik. Sadece hasta isek, bir ayrım yapılırdı. Akşam saat sekiz civarı hepimiz o sofrada toplanırdık. Ah o sofraların, dili olsa da anlatsa, ne politikalar yapılırdı. Bu ayrı bir yazımın konusu olacak kadar derin…


Devam edeceğim baba, daha neler var anlatılacak, göreceğiz….

Bugünlük bu kadar olsun, senaryo çalışmalarımızı sorarsan, eğitimimizi tamamladık, bir ekiple beraber hızla yazmaya devam ediyoruz. Başarı kazanır mıyız bilmem, ama deniyoruz en azından…


Bir gün tüm güzel anılarımız birikecek ve katman katman olacak.

Bu arada yeni bir yıla girmek üzereyiz. Sen ne severdin yıl başını. Kuru yemiş ve pastamız eksik olmazdı ve mutlaka tombala, iskambil oyunları, fır döndü oynatırdın bizlere.


Her yeni yılı gülerek ve neşeyle karşılardık. Yeni yıl hem ülkem için, hem bizler için mutluluk sağlık ve başarı getirir umarım.


Şimdilik hoşça kal Nazım Cem, yine görüşmek üzere…

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER