Nazım' ın Hikayesi (9)

1960’lı yıllardayız artık. Dünya da büyük olaylar olmaktadır. Hippiler tüm dünyayı kaplamışlardır. “Savaşma Seviş” sloganları eşliğinde tüm dünyada renkli elbiseleri, değişik saçları ve içtikleri otları, komün yaşantıları ile dikkat çekmeye başladılar. Ülkemizde yaşanan 60 ihtilali sonrasında özgürlükçü hareketler de dikkat çekmeye başladı. Mehmet Ali Aybar’ ın partisi TİP, 65 seçimlerinde meclise girmeyi başaran ilk sosyalist parti olmuştu herhalde.


Amerika başkanı Kennedy öldürüldü ve meşhur siyahi lider Martin Luther King’in “ I have a dream” isimli konuşması o yıllara damgasını vurdu. Mini etekli yıllar başlar tüm dünyada. Bizler de bundan eksik kalmayız tabii. Henüz 12 yaşındaydım. Hayatımızın ilk uzun çoraplarını giymiştik Meral’le. Ankara’ya gitmiştik onların evine, bir sömestr tatiliydi. Her yerde kar kaplı olduğundan çok gezememiştik etrafı. Artık ben de büyüyor ve genç kız oluyordum. Tüm dünyada ne gelişme oluyorsa kısa bir süre sonra etkileri bizde de görülüyordu.


O yıllarda sinema en büyük eğlencemiz. Ben, 1950’li yılların Amerikan filmlerini çok severim. Savaş sonrası umut depolamaya çalıştılar. Büyük aileler, büyük umutlar… Hala o devre ait filmleri zevkle seyrederim. Babam da o yıllara ait filmleri çok severdi. Kendisiyle çocuk filmleri ve tiyatroları hariç pek sinemaya gidemezdik o yıllarda. Yorgun olurdu, dinlenmek isterdi ama daha sonraki yıllarda televizyon zamanı, zevkle seyrederdik. Her hafta sonu halam ve ben semtimizde bulunan iki sinemadan özellikle yabancı film oynatana giderdik. Renk sineması, ne güzel vakit geçirilirdi o filmlerle. Hiç üşenmezdim, önceden gider bilet alırdım, sonra da halam ile beraber sinemaya giderdik. Sadece Renk sineması da değil, Emek sineması, Yenimelek sineması, daha sonraki yıllarda açılan Fitaş ve Dünya sinemaları. Ah ne filmlerdi onlar…


Hiç unutamadığım bir tiyatro hatırlıyorum. Hayatımda siyasi tiyatro denilince hep hatırladığım. Ankara Sanat Tiyatrosunun bir oyunu. Devr-i Süleyman… Yılını tam olarak hatırlayamıyorum ama, hala hatırımdadır. Tiplemeleri ve verdiği mesajlar açısından muhteşem bir oyun… Belki de bakış açımda çok keskin virajlar yaşamama sebep olan bir oyundur o.


Dünyada ve ülkede pek çok değişim rüzgarı yaşanırken, Günsel halamın da benim yetişmemde ve kişiliğimi bulmamda ciddi katkıları olmuştur. Beni her pazar sinemaya götürmesinin yanı sıra, bazen hafta sonları beraberce klasik batı müziği konserlerinde giderdik. O zamanki konserler Şan sinemasında verilirdi. Daha sonraları AKM’de (Atatürk Kültür Merkezi) olan konserlere de gittik beraber. Klasik Türk müziği konserleri o devirlerde Münir Nurettin’in şefliğinde gerçekleşirdi ve babam, her pazar saat 11 veya 12’ de başlayan bu konserleri o bizim meşhur AGA radyomuzdan dinlerdi ve dinletirdi bizlere. Ne kadar çok radyo dinlerdik, şimdilerde Türk musikisinin ve türkülerimizin bir çoğunun müziğine ve şarkı sözlerine aşina olmam bu yüzdendir. Ne güzel, ne anlamlı şarkılardır onlar. Sanki Yahya Kemal yazmış, Münir Nurettin almış onları ölümsüzleştirmiş gibi… Babam için önemli bir iki şarkıcıdan biriydi. Münir Nurettin der, yere göğe koymaz ve yanına bir de Nesrin Sipahi ile Tülin Korman’ ı koyardı. Annem, Hamiyet Yüceses derdi de başka bir şey demezdi. Biz bu sesleri dinleyerek büyüdük. Kulaklarımızın pasını silen sesler.


Yıl 1963 falandı herhalde halam üniversiteden 3 ay kalmak üzere Hollanda’ ya gönderildi. Dönerken bir radyo getirmişti. AGA radyonun pabucu dama atılmıştı. Bu radyo transistorlu. Açınca hemen ses geliyor ve portatif. Aaaa, bir de FM kanalı var. Çok büyük yenilikti bizim için tüm bunlar. Ben bu radyoyu uzun yıllar posta gibi her gittiğim yere taşıdım. Benim kıymetlim olmuştu. Şimdilerde her evde bulunan bazı cihazlar o devirlerde evlerde yok. Örneğin, saç kurutma makinesi gibi. Hepimiz yavaş yavaş bu aletlerle tanışıyoruz.


Fırın henüz evlere girmemiş yapılan tatlı tuzlu vs. ne varsa, tepsilere konuluyor ve mahalledeki fırına götürülüyor. Sonra da gidilip alınıyor. O yıllardan aklımda kalan bir şölende ramazanda kete yapılmasıdır. Keteyi bilenler bilir, bilmeyenler için tarif etmek gerekirse, Kayseri’de ve Anadolu’ da meşhur bir çeşit çörektir. Kete ve halka olarak üretilir. Ketenin içine yağ ve un kavrularak iç yapılır ve bu keteye ayrı bir lezzet verir. Ramazanda sahurda yenilmek üzere çok miktarda kete yapılırdı bizde. Yani, ramazan boyunca, sahurda bizler kete yerdik. Kocaman bir leğende un karılır, mayalanır ve kabarmaya bırakılırdı.


Evdeki çok kişi oruç tutuyor. Tepsi tepsi keteler yapılır ve fırına götürülür, sonra da alınır. Babam, tüm ketenin yapılışında bizimle beraber olurdu. Ailesiyle bir arada olmaktan çok zevk alan bir adam. Kete yapımı bile önemli bir seremoni onun için. Pişip fırından gelen keteler, kocaman bir bakır kabın içine sıralanırdı. Her akşam yenilecek artık ev ahalisi tarafından. Ramazan gecelerinde, sahur zamanı uykudan kalkarsın ve bakarsın ki, annem tarafından ısıtılmış olan kete, mis gibi kokusuyla bütün evi kaplamış. Ahhh, o keteler ahhh… Bu satırları yazarken bile, kokusu burnuma geldi. Yarı uykulu, güzelce demlenmiş çayı ve keteyi yiyen tekrar uykuya yatardı. O devirlerde oruç tutup tutmadığımı hatırlamıyorum ama sahur merasimini hiç kaçırmazdım.


Müzikte sarsıntı yaratacak bir grup olan Beatles, o yıllarda sesini duyurmaya başlar. Yıllarca, onların şarkıları ile büyüdük bizler. İçlerinden bir tanesi, daha sonraki yıllarda çıkan, “Hey Jude” isimli şarkısını ne zaman dinlesem, Halil Dayım aklıma gelir. Bu şarkıyı ilk onlarda dinlemiştim. Sonraki yıllarda kişisel gelişimci de olunca öğrendim ki, bu bir çapaymış meğerse…Sadece Beatles değil, Elvis Presley, Cliff Richards, Animals, Monkeys gibi şarkıcı ve gruplar bizleri etkilemeye başladı. Babaannem ve babam çok hoşnut değillerdi bu şarkıları dinlememden. Şimdiki şarkıcıları duysalar ne derlerdi acaba?


Dünyada her şey hızla değişiyordu çok hızlı bir şekilde kalkınma var tüm dünyada, her şey çabucak eskiyordu. Ama yinede hiç bir zaman şimdiki gibi değildi.


Aysel halam, öğretmenlik diplomasını da almış ve fırsatını bekliyor. 1960’lı yılların ortalarında hayatımıza kendisini her zaman çok sevip saydığımız halamın eşi eniştem girdi. Eniştem bir deniz astsubayı. İki ayağını yan yana getirip, topuklarını birbirine değdirerek selam veren kibar mı kibar bir beyefendi. Bütün aileyle güzel bir dostluk geliştirmişti. Onun her hafta Gölcük’ ten nişanlısını ziyarete gelirken getirdiği Görgülü pastanesinden alınan pastalar, hiç unutulmaz. Benimle oynadığı satrançlar, bitip tükenmeyen sohbetleri, ne asil ne kibar bir insandı… O bizim kalabalık evimize gelen ilk yabancıydı. Kendisini yabancı gibi hissetmediğim, her hareketi ölçülü, vakur…


Ben o yıllarda henüz 8-9 yaşlarındaydım ama eniştem bana küçük hanım muamelesi yapardı. O kış, halam evlenerek Gölcüğe gitti eşiyle beraber ve öğretmenliğe başladı. Halam, bizim evden çıkıp gelin olarak çıkıp giderken, çok üzülmüştüm, sanki bir daha göremeyecekmişim gibi gelmişti. Aslında hiç de öyle olmadı. Baba evi yine de bizim evimiz. Sık sık gelirlerdi.


Artık ablam üniversiteye başladı. O yıllarda özgürlük rüzgarları esmeye devam ediyor. İstanbul Üniversitesinde ablam. Hayat böylece akıp giderken, Nazım’ın kalbi teklemeye başlar. Zaten doktor söylemişti, hastalığını atlattın ama eninde sonunda bu sende kalbinde rahatsızlık yapacak demişti. Dedikleri de çıktı. Babamı ani tansiyon yükselmesiyle hastaneye kaldırılmıştı. Sanırım yıllardan 68 veya 69’du. Ne kadar üzülmüştük. Şimdi bu hastalık nereden çıktı? Her şey yolunda gidemez mi? Ne güzel bir rutinde geçiyordu hayatları. Offf ya offf. Çok üzüldüğümü ve yüreğimi iki elin sürekli sıktığını hatırlıyorum. Babam bir kaç gün hastanede kalıp, tetkikler yapıldıktan sonra, sıkı bir perhiz listesiyle eve yollanır. Yıllarca, evde hazırlanmış, sefer tası ile iş yerine götürdüğü, yağsız, tuzsuz yemekleri yemeye başlamıştır. Hiç gıkını çıkartmadan yer o yemekleri. Bir gün dahi serzenişte bulunduğunu duymadım. Ne yaşama sevincinden, ne çevreyle ilişkisinden hiç bir şey kaybetmeden, bir süre devam etti o lezzetsiz yemekleri yemeye.


Anne Servet, ona bıkkınlık yaratmamak için her gün başka bir yemek çıkartmaya çalışırdı önüne. Özenli hazırlanmış ama yağı yok, tuzu yok, yine de içinde sevgi olan yemekler… Nazım Cem, çok dikkat eder perhizine, yağsız ve tuzsuz yemek yemeye ve kilo vermeye. Doktorların tüm söylediklerini yapmasına rağmen, kalp teklemeye devam eder. Ailesi de kendisi de daha önce adını duymadıkları hastalık isimleri ile tanışır. Extrasistol ve taşıkardi. O devirlerde evlerde tansiyon aleti falan yok. Eczanelerde ölçülebiliyor o da para karşılığı. Babamın bir ayağı kalp doktorlarındadır artık.


Annemle beraber, en meşhurundan en iyi gelmiş diye duyulanına bir müddet doktora taşınırlar. Sonuç pek değişmez, ilk kalp çarpıntılarında daha fazla heyecanlanan babam ve bizler, ister istemez hastalığa alışmaya başlarız. Geçmişteki yaşananlar geçmiş yıllar belki de böyle hastalıklar yaratmıştır veya olacağı vardır, kim bilir…


Bir başlıyorum yazmaya, bakıyorum ki, yazacak çok konu var baba, satırlar kayıp gidiyor ellerimin altından. Bugünlük yine bu kadar olsun, görüşeceğiz yine…

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER