Nazım’ ın hikayesi yazı dizimizde 5. bölüme geldik bile baba. Ne kadar da çabuk yazılıyor bilemezsin. O kadar çok anı ve paylaşılacak olay var ki hangi birinden başlayayım bilemedim.
Ben henüz 8-9 yaşlarında kadardım. Dedemden kalma, dedem tarafından elle oyulmuş bir satranç takımımız vardı bizim. Sarı ve siyah renklerde tahtadan. Ah ne değerlidir o benim için, Mahmut Şevket tarafından yapılmış, üzerinde onun el emeğini taşıyan bir satranç takımı. Hala durur. Kim bilir, belki bende torunumla oynarım onunla. Bana satranç oynamayı öğretmiştin. Yıllar boyu pazar günleri seninle her hafta en az beş el satranç oynadık hep. Bana öğretirken, önceleri, vezir, fil ve at çıkartırdın. Ben o halde bile seni yenemezdim önceleri. Sonraları, bende öğrenmeye başladıkça, önce atı, sonra fili ve sonra da vezirini dahil ettin artık oyuna. Bir gün geldi ki, artık tam takım taşlarla oynuyorduk ikimiz. Epey uğraşırdım seni yenebilmek için. Yenebilir miydim? Hatırladığım kadarıyla çok az. Sizlere, Turgut amcama ve sana dedem öğretmiş satrancı. İkiniz de iyi oyuncuydunuz. Amcam da Cem’le oynardı bu oyunu. Küçük çocuklarınız sizin yoldaşınız gibiydi. Cem de iyi oyuncudur bak. Bir gün amcamı yendiğini hatırlarım, o günden sonra çok oynamadılar galiba…
Sen bütün oyunları bilirdin, kahveye gitmezdin, kendi başına dolaşmaya gitmezdin, evinde mutluluğu bulan bir kişiydin. Buna rağmen, bütün iskambil oyunlarını bilirdin. Çok istemiştim bana pokeri de öğretmeni. “O sana uymaz, yakışmaz…” deyip de öğretmemiştin. Yıllar sonra, artık ben 15-16 yaşlarına geldiğimde, Günsel halama aldığın bir bezik takımıyla geldin eve. Artık bezik akşamları başlamıştı. Ne de çok severdik halam, sen ve ben yenilenin kalktığı, diğerinin oturduğu turnuvalar yapmayı…. Yıllarca oynadık bu oyunu da beraber, ortadaki yemek masasına oturur, saatlerce oynardık. Sonra bu oyunu torunlarına da öğrettin, Banu, Mehmet, beraber de oynadık yıllarca.
Yaşlanmaya başladıkça, yenilgiyi çok da sevmez olmuştun hatırlıyor musun? Biz de senin bu tepkine göre, oyunları bazen bilerek kaybetmeye başlamıştık. Ah ne güzel günlerdi. Şimdi evde bezik takımı duruyor da, oynayacak babam yok… O oyun, onunla güzeldi. Satranç ta öyle…
Bir yılbaşı akşamı hatırlarım. Hikmet Teyzemler de bizdeydi daha kimler vardı bilmiyorum. Kalabalık, neşe içinde gülüşülen konuşulan akşamlardan biri. O devirlerde sadece saat gece yarısını gösterdiğinde televizyonda üstü yarı kapalı bir dansöz çıkardı. Bizim hiç birimizin umurunda değildi o programlar. Tombala, fırdöndü gibi oyunlarla öyle neşe içinde bir akşam geçirmiştik ki, gece bittiğinde hiç birimiz bitmesini istemiyorduk. Ne güzel günlerdi değil mi baba?
Elinden her iş gelirdi demiştim ya, evde uzun yıllar kullandığımız portmantoyu, ben babama çıraklık ederek, birlikte yapmıştık. Balkona yapılan iki tane kapalı dolabı da. “Çırak” diye seslenirdi bana. Çivi mi, pense mi, keser mi, rende mi, kerpeten mi hepsini ben verirdim ona. Ortaya bir eser çıkartırdı. Ne zevk alırdık birlikte bunları yapmaktan. O yıllarda babam Paşabahçe’ de çalışıyor. Yolda gidip geliyor, yoruluyor ve henüz cumartesileri de tatil değil. O yorgunluğuna rağmen evdekiler rahat etsin diye elinden gelen her konforu yaratmaya çalışırdı.
Çok keyifli olduğu zamanlar ıslık çalarak çalışırdı. Haaa, bir de kahvesi hiç eksik olmayacak. Şekerli Türk kahvesi… Hiç hayır demezdi. İçip içmeyeceğini sordunuz mu da, eliyle kafasını işaret ederdi. Bu işaret, “Benim başım kel mi? ” demekti. Haydi, bu işaretten sonra sıkıysa yapma bakalım.
Yine 5-6 yaşlarındayken hatırlarım, şehir tiyatroları ile beni ilk tanıştıran babamdır. Elimden tutar ve şehir tiyatrolarının çocuk oyunlarına götürürdü beni. Hiç unutmadığım bir oyunda, o tatilde İstanbul’ da olan kuzenlerim Merih ve Meral’le birlikte bizi götürdüğü “Aya Seyahat” adındaki oyundur. Belki de, tiyatroyu bu kadar sevmem, babamın beni o küçük yaşımda elimden tutup da götürdüğü tiyatrolardan kaynaklanır. Filmlere de götürürdü. Tabii ki çocuk filmlerine, ama özellikle tiyatroya. O devirlerde özellikle 15 günlük tatillerde sinemaları şimdiki gibi animasyon filmler doldurmuyordu… Her şey azdı, özdü ama yaşamak daha bir zevkliydi galiba hepimiz için.
Ben meraklı bir çocuktum, okumayı öğrendiğim günden itibaren yutar gibi okurdum. Her şeyi okurdum. Hani derler ya yolda kağıt bulsa okur diye, işte öyle… Babam çok güzel hikayeler bilirdi ve yeri geldiğinde onlardan bir tane patlatırdı. Kulaklarımda olan ve benim çok kullandığım bir kaç sözünü, beni tanıyan arkadaşlarım da bilirler…
“Göç gide gide düzelir…” Yıllar sonra, Kemal Tahir’ in Devlet ana kitabını okuduğumda bu sözü görünce, babamı hatırladım. Meğerse bu bir Türkmen ata sözüymüş. Kervan yola koyulunca önce bir doğrultuda olmaz ve eğri büğrü yoluna devam ederken, daha sonra kervan yoluna devam ettikçe, ip gibi sıralanırmış.
“Yerden göğe, küp dizseler, en alttaki çekseler, seyreyle sen gümbürtüyü…” Bu söz de aslında zamanmıza nasıl da uyuyor değil mi?
“Düş uykudan sonra gelir…” Bu söz de babamın felsefesini çok iyi anlatan sözlerden biriydi.
Bunlar bir çırpıda aklıma geliverenler. Daha neler var neler. zamanı geldiğince, adabıyla çok güzel söylerdi. Zeki miydi yoksa akıllı mı? Yoksa her ikisin de birlikte barındıran nadir insanlardan biri mi?
Peki, biz dost olmayı ne zaman başardık acaba? Bunun yılını tam olarak kestiremiyorum şimdi. Geçmiş gün, herhalde her soruma beni ciddiye alıp cevap verdiğinde başladı dostluğumuz. 12 yaşında falandım. Eşitlik, adalet, siyaset gibi konulara ilgim giderek fazlalaşıyordu. Okumak istiyordum ne bulursam okumak. Orta sonu bitirdiğimde, pek çok konuda fikirlerim oturmuştu ve isyankar yıllarım başlamıştı. Bu yıllarda babamın bana sabırla pek çok konuyu anlattığını ve aydınlattığını hatırlarım.
Bu da ayrı bir yazı konusu olsun. Bugünlük de bu kadar olsun baba… Karar verdim, dedemin hikayesini senaryolaştıracağım. Bu da benden torunuma emanet olsun. Tıpkı dedemin defteri ve satranç takımı gibi…
Yine görüşmek üzere baba… Orada kendinize iyi bakın, umarım yazdıklarım hepinize ulaşıyordur…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net