İstanbul Üniversitesinde okuyan babam, fizik kimya öğretmeni olmak üzere Fen fakültesinde okumaktadır. O devirlerde, ikinci dünya savaşından kaçan profesörler, İstanbul Üniversitesinde ders vermeye başlamışlar. Üniversitede o kadar kaliteli bir eğitim başlamış ki, tüm öğrenciler son derece memnun kalmışlar.
Arkadaşları ile olan ilişkileri, içten, candan. Uzun yıllar o arkadaşlarını aradı ve onlarla görüştü. Cumhuriyetin 40’lı yılları. Ülkede herkes pırıl pırıl. O devirlerden kalan resimlere bakıyorum da, kızlar da erkekler de çiçek gibi. Bir tarih var sanki o resimlerde. Boğazda, ellerinde leylaklarla, kızlı erkekli (!) resimleri. Kızlar güzel mi güzel, erkekler de aynı şekilde yakışıklı mı yakışıklı. Tabii o resimlerde sadece onlar yok, boğazın iki yakasının muhteşem bakirliği ve güzelliği de var. Yıllar sonra, Mina Urgan’ ın meşhur “Bir Dinozor’ un anıları” kitabını okurken, babamın anlattıkları tekrar gözümde canlandı. Aynı devrin insanlarıydı onlar. Ülküleri de birdi, yaşamları da. Her ne kadar Mina urgan babamdan altı yaş kdar büyükse de, İstanbul üniversitesi o yıllarda gerçekten kendini aşmış. eğitimin kalitesi açısından. Bir daha o altın yıllarına geri dönebildi mi bilmem.
Babam üniversiteden mezun olduktan sonra, Kayseri lisesine tayini çıkar. Kendi okuduğu okulda öğretmendir artık. Mutludur, mesleğine aşık bir öğretmendir o. Hatta kendi kız kardeşini bile okutmuştur. Bu, bizde geleneksel bir şey galiba aile üyelerini okutmak. Günsel halam da İTÜ’de dört tane yeğenini okutmuştu. Babam için güzel yıllar, evlenmiş, mesleğini yapıyor, daha ne ister ki? Gel gelelim hayat hiç de öyle beklenildiği gibi geçmiyor ne yazık ki… Kardeşleri okuyacaktır ve babamlar çok büyük bir karar alırlar. İstanbul’a göç edeceklerdir. Göç ederler de, dedem hasta, amcam yurt dışında, kız kardeşleri ve kendi ailesiyle hep birlikte İstanbul’dadırlar artık. Babamın tayini Vefa Lisesine çıkar. Yine öğretmenliğe devam etmektedir. Babam, daha önce hikayesini anlattığım gibi hastalanmıştır. Emel ablam henüz beş aylıkken geldikleri İstanbul’ da geçinmek zor olduğu gibi, bir de hastalık yakalarına yapışacaktır. O günleri ayrıca anlatmış olduğum için tekrar yazmadan geçiyorum. Mucize gerçekleşmiş ve babam iyileşmiş, sağlığına kavuşmuştur. Neden mucize diyorum? Çünkü, doktor demiştir ki, beş ay ömrü var yok. Çok kötü bir durumda hastanız. Nazım bu zorluğu, kırmızı başlıklı küçük kızına daha iyi baba olabilmek için yenmiş ve hastaneden çıkmıştır.
Zor yıllar yine de, annem der ki, hayatımın en zor yıllarıydı, Allah kimin yüzüne baktı bilmiyorum, o gencecik yaşta iki kızımla ortada kalacaktım. Çok dua ettim, çok… Ama Allah kabul etti ve Nazım o olaylardan sonra uzun yıllar yaşadı. Acaba yaşatan neydi Nazım’ı? Anneme duyduğu aşk mı yoksa çocuklarına duyduğu sevgi mi?
Hastalığından hiç bir iz kalmadan iyileşmiştir Nazım Cem ve askere gitmesi gerekir yedek subay olarak. Kısa öğrencilik döneminden sonra, sıra uzun dönemi yapacağı şehrin belirlenmesine gelir. Derler ki, kura çekme, razı ol, bak çok uzaklara düşersin. Ben der, bileğime güveniyorum. Bir çeker ki, gerçekten bileğine güvendiği kadar vardır. Çıkan yer, Anadolu Kavağı’dır. Nazım Cem, uzun dönemini geçirmek üzere Anadolu Kavağı'na gider. Belki de, askerliğini geçirdiği yer olduğundan, Anadolu Kavağı’nı ayrı severdi. Bizlere de sevdirdi. Ben de gençlik yıllarımda çok gittim Kavağa.
Hatta bir gün, bir arkadaşım var mı diye öğrenmek için sanırım, "Kızım, bu kadar Kavağa gidiyorsun, Kavaktan yukarı yol gidecek bir gün," demişti.
Gelelim askerlik sonrasına, babamın tayini önce Uşak'a çıkar. O devirlerde geçirdiği hastalık sonrası, karasal iklim değil de deniz kenarı iklimde salık verilirmiş. Babam, tayinini değiştirmek için çok uğraşır ancak mümkün olmaz. Yapılacak iki şey kalmıştır karşısında. Ya çok sevdiği mesleğine veda edecektir ya da sağlığına. Tam her şey bitiyor derken, tayini İzmit’e çıkar. İlk sene, babam İzmit’e gider gelir ve ailesini taşımaz. Daha snraki yıl, artık bütün aile İzmit’tedir. İzmit’teki günlerini o kadar severek anlatırlar ki bizimkiler, sanki orası onların ruhuna sayfiye yeri gibi gelmiştir. Hepsi için tadı damaklarında kalan yıllar olmuş o yıllar. Yine de üzüntü eksik değil. Büyük ablam çok hasta bu seferde. Bir türlü ateşi düşmüyor, bir türlü iyileşemiyor. O zor koşullarda eve giden gelen doktor sayısı belli değil. Sonuçta, ablam da iyileşiyor ve artık ailemiz, Nazım Cem, biraz nefes alıyorlar. Babamın zevkle çalıştığı yıllar. Öğretmenlik bu, dile kolay…
İyi bir öğretmendi babam, ailede ders vermediği genç, çocuk kalmamış gibidir. Hepimiz onun eğitiminden bir şekilde geçmişizdir. Öğretmen filmlerine hiç dayanamazdı. Gözlerinden yaşlar sıra sıra süzülür ve silmeye bile gerek duymazdı.
Nazım’ın çalışması gereklidir. Aile var, ekmek bekler, aş bekler… Daha çok paraya ihtiyaç duyarlar. Yıllardır kafasında olan işe başlamaya, ticarete niyet eder. Önceleri tereddütte olduğu işe, gözünü karartarak giriş yapar. Sonraları konuştuğumuzda dedi ki;
“O gün içimden bir şeyler koptu gitti, ama yüreğim yangın yeri gibi kaldı.”
Akrabası olan iki kişi ile ticarete başlarlar, babamda çalışma ve gayret vardır ama para konusu zaman içinde sıkıntı yaratmaya başlar. Bu sıkıntılı günlerin sonunda, babam bakar ki, ticareti yapması bu koşullarda zor oluyor, bırakır ticareti, ayrılır. O yıllarda amcam, Paşabahçe Cam’da danışmanlık yapmaktadır ve Paşabahçe Cam’a girerek özel sektöre adımını atar. Paşabahçe’ye gidip gelmesi gerekmektedir. Aslında ailesiyle beraber taşınabilecekken, kendi kardeşlerinin de okuyacağını düşünerek, kendisi o zahmetli yola katlanır ve kardeşlerinin okuması için taşınmaktan vaz geçer.
İşte, Paşabahçe’li yıllar o zaman başlar. Nazım Cem, saat 5:30 da kalkar her sabah ve saat 6:00 olmadan yola çıkar. Vapurla gidecekse, Eminönü’ ne, servisle gidecekse, Üsküdar’ a geçmelidir. Akşamları, saat 8:30 gibi eve gelir. Yorgundur, ama hiç belli etmez.
Babam gazeteyi sabah giderken alırdı. O devirlerde gazeteler böyle bu kadar çok değil, az sayıda. Babam şimdiki Sabah gazetesinin isim babası olan "Yeni Sabah" gazetesini alırdı. Akşam eve geldiğinde, ben o zamanlar çizgi filmi olan Sadık Demir’ i okumak üzere, cebinden alırdım gazeteyi. Babaannem, bakalım bizim moruk ne demiş bugün diye her gün hiç kaçırmadan Refi Cevad Ulunay’ı okurdu ve cebinden hiç eksik olmayan küçük, bitmeye yüz tutmuş kurşun kalemini ve silgisini çıkartarak, günlük bulmacasını çözerdi. Öyle her gazetenin sayfalarca bulmacası gibi bulmaca bulmak yok o devirlerde. Ben hatırlarım, babaannem kurşun kalemle çözdüğü bulmacayı, tekrar. çözebilmek için iyice siler ve bulmacalarının en altına koyardı. Bir başka gün, sanki yeniymiş gibi tekrar çözmek için. Gazetenin de bir değeri vardı o devirlerde. Şimdiki gibi, internette olmadığı için, haberlere ulaşmak zordu.
Babamın dedemden kalma AGA radyosu vardı. Akşam ajansları o radyodan dinlenirdi. Haber değil, AJANS… Para kazanmak için insanlar, gazete kağıtlarından yapılan kese kağıtları yapardı. Kese kağıdı yaparak para kazananlar vardı. Sonraları, bunlar hep gelişmenin ölçüsü olarak (!) kaldırıldı. Naylonlara terfi ettik. Şimdi de kağıt toplayıcılar var. Yani, kağıt her zaman değerli… O devirlerden hatırladığım, ben yedi yaşındayken, Ayla adında bir kız kaçırılmıştı. Yedi yaşlarındaydı. Bakkala giderken kaçırılmıştı. Annem, bu olaydan sonra daha da titizlenmiş ve aile arasında hep bu Ayla’nın kaçırılışı ve kıza neler olduğu yıllarca konuşulmuştu. Ayla’dan bir daha haber alınamadı.
O yıllarda oturduğumuz bahçeli evimizde, talaş sobaları yanardı. 3 odada ayrı ayrı ayrı. Hiç talaş sobası gördünüz mü bilmem. Talaşlar içine basılır. Güldür güldür yanar ve çok ısıtırdı. Tabii ki çabukta soğurdu. Küçüktüm ama hatırlıyorum talaş konan yerde, bazen de bir hindi olurdu. Bir kaç gün orada beslenir ve sonra kesilerek yenirdi. Mutlu bir aileydik, büyük geleneksel bir Türk ailesi.
Artık Nazım’ın ve ailesinin daha düzenli bir hayatı var. Hastalıklar ve iş sıkıntıları geride kalmış, mutlu, rutin bir hayat, yazlar kışlar birbiri ardına devrilmektedir. Çocuklar okula gidiyor, halam üniversiteyi bitirmiş ve İTÜ’ de asistan olarak çalışmaya başlamış. Aysel halam öğretmen olmak için sınavlara girmiş ve kazanmış, Anne Servet’ e gelince, bir gayretle çocuklarını büyütmede, ev işleri, kalabalıklar, misafirler hiç umurunda değil…
Bu mutlu aile tablosu uzun yıllar devam edecektir. Aile, geleceklerini düşünerek bir ev almaya karar verir.
Eee, hepsini bugün anlatmayalım değil mi baba? Bugünlük bu kadar, hadi bakalım, beğeniyor musun yazdıklarımı, bir gün rüyama gelsen ve desen ki, tüm bunlardan haberim var kızım. Ne hoş olurdu değil mi?
Görüşmek üzere, Nazım Cem…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net