Betül, her sabah olduğu gibi, gazetesini okurken, bir haber ilişti gözüne. “Paşabahçe Cam Fabrikası, 6 Ağustos 2002 tarihi itibariyle kapatılacak.” Haberi boğazı düğümlenerek tekrar tekrar okudu, çocukluk yıllarının unutulmaz anılarıyla dolu, üretimin görkemiyle tanıştığı bu fabrika artık kapatılıyordu öyle mi? Gözlerinden ister istemez birkaç damla yaş süzüldü ve geçmiş yıllara gidiverdi birden…
***
Yine akşam olmuştu. Sakin, huzurlu ve ılık esen rüzgarıyla, bahçeden gelen hanımeli kokusuyla muhteşem bir yaz akşamıydı. Babasının işten dönme zamanıydı. Kapı çalınır çalınmaz, her akşam olduğu gibi Betül kapıya koştu. Hemen terliklerini kapıya doğru çevirdi ve sarıldı babasına. Bugün okullar tatile girmiş ve Betül de karnesini almıştı. Artık dördüncü sınıfa başlayacaktı. Bu tatil günlerinde,"Çocuk Haftası" dergilerinin eski ciltlerini ve o güzelim, defalarca okunmuş hikayelerini tekrar tekrar okumalıydı. Kalabalık ve geleneksel bir ailesi vardı. Her akşam babası geldikten sonra, yemek yedikleri yuvarlak masanın etrafında toplanırlar, hem yemeklerini yerler, hem de gün içinde neler olduğunu konuşurlardı. Onların evinde, çocuklara asla sus denmezdi. Herkes, o gün neler yaşadığını ve neler yaptığını anlatırdı. Biraz güncel olaylar, biraz siyaset konuşulur, biraz aileden bahsedilir, babalarının hali hatırı sorulur, yaklaşık bir saat süren yemek, arkasından sohbet faslından sonra, kahveler içilir ve herkes kendi odalarına çekilirdi. Bu akşam, tam masadan kalkarlarken babası Betül'e döndü:
“Yarın erkenden kalkıp benimle fabrikaya gelmek ister misin?”
“Kim? Ben mi?”
“Evet, kızım. Sen...”
“Ay babacığım, tabii ki isterim. Hem de nasıl.”
“Haydi o zaman doğru yatağa... Muhterem doktor Behçet Bey ne derdi biliyorsun...”
“Evet babacığım, biliyorum. ‘Işıklar yanar, çocuklar uyur’…”
Betül gülerek kalktı masadan. İçinde büyük bir sevinç vardı. Babası onu çalıştığı fabrikaya götürecekti. O büyülü ortama ilk kez gidecekti. Acaba nasıl bir yerdi? Hiç küçük çocuk var mıydı? Sevinçle girdi yatağa. Bir süre yatağında heyecandan dönüp dursa da, uyuyakaldı sonunda. Sabah birisi onun ismini çağırıyordu rüyalarında.
“Betül, Betül... Hadi kalk kızım, babanla gidecektin ya, senin de hazırlanman lazım.”
Küçük kız bir an, sadece kısa bir an düşündü ve top gibi fırladı yataktan. Tatilinin ilk günü, ne kadar hoş bir değişiklik yaşayacaktı. On dakika bile sürmeden kapıda hazırdı, bu arada bir dilim vişne reçelli ekmeğini yemiş, bir bardak sıcacık çayını içmiş ve heyecanla kapıda babasını beklemeye başlamıştı. Annesi, son bir kez üstüne başına baktı, cebine ütülü iki adet mendil koydu ve kulağına eğilerek:
“Kızım, sakın yaramazlık yapma ve babanın sözünden çıkma e mi?”
Betül, heyecanla kafasını sallayarak olur işareti yaptı ve babasının elini tutarak yürümeye başladı. Babası heybetli bir adamdı, hani gölgesi ağır derler ya, işte öyle... Üç kızının içinde, en küçükleri olan Betül ve kendisi arasında garip bir bağ vardı sanki. Çocuklarının hepsini çok severdi. Fakat bu en küçük, o bir başkaydı. Ruhunun bir tarafında asilik olan bu kızıyla ileriki yıllarda çok çekişeceklerini şimdiden biliyordu.
Otobüs durağına doğru yürüdüler. Önce otobüse, sonra da Boğaz Vapur’una bindiler. Yolcular, birbiriyle selamlaşarak iskeleden aldıkları gazetelerini açıp okumaya başladılar. Çok kalabalık değildi vapur, hepsi birbirini tanıyan bir avuç insan. Betül, ilk defa bindiği bu vapurda, merakla etrafına bakıyor, arada bir babasına dönerek,
"Daha çok yolumuz var mı?" diyordu.
Babası, her gün okuduğu “Yeni Sabah” gazetesinden bir an gözlerini ayırıp bir baş hareketiyle “Evet…” diyor ve tekrar gazetesine gömülüyordu. O gazeteyi okuduktan sonra itinayla katlayarak, ceketinin iç cebine yerleştirir ve her akşam, eve getirirdi.
Babaannesi, bir gün geç de olsa, ertesi gün o gazeteyi en ufak ayrıntısına kadar okur ve mutlaka, her zaman cebinde taşıdığı küçük kurşun kalemi ve silgisini çıkararak gazetenin küçük kare bulmacasını çözer ve sonra itinayla, bir başkası daha çözmek isterse, hazır olsun diye o bulmacanın cevaplarını silerdi.
Paşabahçe iskelesine geldiklerinde, vapurdaki küçük kalabalıkla beraber onlarda indiler. Fabrikanın kapısından geçerken, çalışanların akın akın ana kapııdan girişleri sürüyordu. Kapıdan giren her çalışan, kartını duvardaki saate okuttuktan sonra doğruca işinin başına gidiyordu. Betül, bu kocaman yerde, biraz ürkmüş bir şekilde babasının eline sıkı sıkı yapışmıştı. İçeri girer girmez, kocaman yapı karşıladı onları. Betül merakla:
"Bu ne babacığım?"
"Bu mu? Baca denir bu yapıya."
Göğe doğru uzanan görkemli bir dev gibiydi. Ne kadar da büyüktü. Kafasını kaldırıp yukarı doğru baktığında, bulutlara uzanan bu devasa yapı gülümsetti onu. Babasının ofisine gidene kadar da elini hiç bırakmadı.
Çocuktu, meraklıydı, heyecanlıydı. Babası işlerini biraz toparladıktan sonra;
"Gel bakalım, beraber fabrikayı gezelim seninle...", dedi. Beraberce ofisten dışarı çıktılar. Tam karşılarında dev bir kum tepeciği duruyordu. Beyaza yakın renkli kumlar. Betül merakla,
“Bunlar ne? ", dedi.
Babası o zaman, camın asıl malzemesinin kum olduğunu, bu kumların Podima’dan getirildiğini anlatmaya başladı. Giderek daha da meraklanmaya başladı. Sonra çocukluğunu yenemeyerek, kum tepesine çıkmak için koşturdu. Ne kadar zevk alıyordu, iniyor, çıkıyor ve merakla kumların elinden kaymasını seyrediyordu.
Sonra büyük kocaman bir kapıdan içeri girdiler. Küçük kız, kapıdan girer girmez, biraz da ürkerek tekrar babasının eline yapışmıştı. İçerisi çok gürültülüydü. Her tarafta çalışan makineler, aceleyle işlerini yapmaya çalışan işçiler, bitmeyen bir uğultuya dönüşen konuşmalar… Babasının bir arkadaşı , saçlarını okşadı.
Gülümseyerek, “Beğendin mi burayı küçük hanım?”, dedi. Betül, nefesi kesilmiş ve büyülenmiş bir şekilde sadece kafasını sallayabildi. Büyük kocaman bir makinenin karşısında durdular.
Babası ağır ağır bu makinenin nasıl çalıştığını anlatmaya başladı. Bir kerede ne kadar da çok bardak yapıyordu bu makine. Üstten altın bir top rengindeki erimiş cam, süzülerek geliyor ve kalıplara dolduruluyordu. Makineler sanki sihirliydi, erimiş camı, alıp işliyor ve çok kısa bir sürede bardak haline dönüştürüyordu. Sonra hepsi sallana sallana bir bandın üzerinde yürümeye başlıyor, önce bir fırına sonra da soğuması için başka bantlara geçiyorlardı. Ambalaj yapan kadın işçiler, sağlamları ve hatalı olanları ayırıyor ve çok hızlı bir şekilde paket yapıyorlardı. Betül büyülenmiş gibiydi. Burada kaç tane makine vardı böyle? Kocaman devler gibi hepsi büyük bir gürültüyle çalışıyordu. Merakını yenemedi ve sordu .
“Bu kum biterse ne olur baba?”
Babası gülümseyerek “İşte o hiç olmaz, kum biterse, fırın durur. Bu fırınlar bir çalışmaya başladı mı asla durmaz. Ancak bir daha çalıştırılmayacağı zaman durdurulur. Kum olmazsa, bütün emekler ziyan olur.”
Betül tam anlayamamıştı bu anlatılanları yine de olağanüstü bir şey gördüğünün farkındaydı, bir makineden diğerine geçiyorlar ve küçük kız, her birinin yaptığı farklı cam objelere hayran kalıyordu.
Makineleri seyrettikten sonra biraz zorla da olsa, babası onu üfleme ustalarının olduğu bölüme götürdü. Nasıl sıcaktı, nasıl... Yüzüne vuran sıcaklık bir anda terletmişti. Bir fırının karşısında terden sırılsıklam olmuş ustalar, uzun bir çubuğun ucuna biraz erimiş cam alıyor ve buna üfleyerek şekil veriyorlardı. Bu adamları da hayranlıkla izlediler. Elleriyle değil, üfleyerek müthiş şekiller çıkarıyorlardı. Ustalar kendilerini büyülenmiş gibi izleyen çocuğa gülümseyerek işlerine devam ettiler.
Bir süre cam ustalarını seyrettikten sonra, çoğunlukla genç kadınların çalıştığı bir bölüme geldiler. Burası makinaların gürültüsünden sonra o kadar sessiz ve sakindi ki… Arada kıkırdayan genç kızların sesleri duyuluyor, ellerindeki fırçalarla, önlerindeki muhteşem motifleri camlara işliyorlardı. Betül,
“Burası neresi baba?”, dedi. Babası “Burası tezyinat atölyesi…”, dedi. Hiç anlamamıştı tezyinat atölyesi ne demek, ama başka soru sormadı. Merakla cam boyamaları yapan çalışanların yanına gitti. O kadar güzel o kadar güzeldi ki yaptıkları. şimdi de makineleri unutmuş, onları hayran hayran seyretmeye başlamıştı.
Babası “Son bir yer kaldı. Gel bakalım, eminim sen şimdi buraya da bayılacaksın.” dedi. Doğruca, kesme bardak, vazo ve kül tablaları gibi eşyaların yapıldığı atölyeye gittiler. Burada da ustalar ellerine aldıkları cam objelere, önlerindeki kesme makinelerinde şekil veriyorlar ve düz cam objeler bir anda güzelleşiyor ve her birinin üzerinde değişik şekiller beliriyordu. Neredeyse öğlen olmuştu.
Babası, onu fabrikada çalışan herkesin bir arada yemek yediği büyük yemekhaneye götürdü. İlk defa bu kadar çok kişinin bir arada yemek yediğini gören küçük kız, şaşkına dönmüştü. Herkesle birlikte onlar da kuyruğa girdiler, yemeklerini aldılar ve diğer çalışanların da olduğu bir masaya oturdular. Herkes güle oynaya yemeklerini yiyor ve kendi aralarında şakalaşıyorlardı. Yemek bittikten sonra, fabrikanın karşısında bulunan deniz kenarındaki gazinoya gittiler, çaylar içildi, şakalar yapıldı. Yıllar sonra, Betül o günü hatırladığında, herkesin ne kadar mutlu olduğunu da hatırlıyordu.
Beşiktaş’ı çok seven babası, çeşitli futbol şakalarıyla arkadaşlarını kızdırıp duruyordu. Herkes neşeli ve huzurluydu.
Öğleden sonra olmuştu bile. Babası bir süre daha işleriyle uğraştı ve Betül, babasının işini bitirip kendisini yeniden makinelere götürmesini sabırsızlıkla bekledi. Tekrar üretim sahasına gittiler. Devler iştahla çalışmaya devam ediyor ve durmaksızın şişeler, bardaklar, sürahiler üretiliyordu. O gün Betül, üretimin ne kadar büyülü bir şey olduğunun bilincine vardı. Ne kadar güzel bir şeydi üretim, kum geliyor ve sanki sihirli değnekleri olan makineler aracılığıyla kumun cama dönüşümü gerçekleşiyordu.
Artık zaman dolmuş ve fabrikadan ayrılma zamanı gelmişti. Betül, arkasına baka baka hiç gitmek istemeyerek ayrıldı oradan. Daha eve giderken, tekrar ne zaman geleceğini sormaya başlamıştı.
“Çok mu sevdin burayı?” diye soran babasına bir kere daha gelmek için yalvarmaya başlamıştı bile. “Bakalım..”, dedi.
Bu cevabı aldığında sonuç genelde olumsuz olurdu. Babası ne zaman “Bakalım..” ya da “Balık kavağa çıkınca…” derse, olmayacağını anlardı.
Betül, birkaç yıl boyunca, her tatil dönemi geldiğinde, babası ile bir kere fabrikaya gitti ve her seferinde makineleri yeni görmüşcesine hayranlıkla seyretti.
Yıllar yılları kovalamış, Betül üniversiteli olmuştu. Çocukken geldiği, düşlerinin fabrikasına bu kez staj yapmak için gelmişti. Çok bir şey değişmemişti ama babasının çalıştığı yerde bir başkası görev yapıyordu. Kum tepeleri bile hala aynıydı. Bir an o bembeyaz kumların üzerinden tıpkı çocukluğundaki gibi yine kaymak istediyse de artık çok büyüdüğünü hatırlayarak gülümsedi. Kumlara eğildi, çocukluğundaki gibi avuçlarına doldurdu ve sonra yavaş yavaş yere düşmelerini izledi.
Makineler hala harıl harıl çalışıyor, insanlar koşturuyor, mutlu çalışanlar, kendi aralarında şakalaşıyorlardı. Babasının arkadaşlarından, hala burada olanlar vardı. Elektrik atölyesinde staja başlamıştı. Motor sarıyor, kendisine verilen işleri yapıyor, fırsat bulduğu her an yine o çok sevdiği makineleri seyre gidiyordu. Betül’ü atölyede göremedikleri zaman, “Yine makinelere gitti bu kız..” diyorlardı. Bir ay hiç yüksünmeden her gün gitti geldi o fabrikaya. Her gün yeni bir şeyler öğrendi, her gün cama, cam işçiliğine ve üretimin gücüne bir kez daha hayran kaldı.
Stajı bitip ayrılma zamanı geldiğinde, son gün, fabrikadan çıkarken, defalarca dönüp dönüp baktı arkasına. Sanki çocukluğunun anıları da orada öylece kalakalmış gibiydi.
***
Betül, tekrar bugüne döndü. Tüm bu anıları hatırlamak, burnunun direğini sızlatmıştı. O insanlar, babası, fabrika, her şey… Hatırlamak, galiba, hem iyi hem de kötü bir şeydi. Kalbinin içinde bir yerlerde saklı kalan, o günler, hapsoldukları yerlerden birdenbire dışarı çıkmış, kendisini geçmiş güzel günlerle baş başa bırakmışlardı.
Üretimin gücünü henüz dokuz yaşındayken anladığını anımsadı. Bir an kulaklarında yankılanan babasının sesini duyar gibi oldu:
“Kızım, üretimin ve çalışmanın önemini bir kere kavrayan, bir daha asla vazgeçemez duygularından da, düşüncelerinden de…”
Bir haber, gazetede okuduğu bir haber, onu ne kadar da çok sarsmıştı… O günler, güzeldi diye düşündü… Çok güzeldi. Anılarıyla vedalaştı. Yavaşça gazetesini katladı, itinayla çantasına yerleştirdi. O da tıpkı babası gibi, her akşam gazetesini evine götürüyordu…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net