Sevgili Corona

Neredeyse 15 aydır birlikteyiz seninle… Daha öncesini hiç saymıyorum. O zamanlar Çin’in Wuhan şehrinde olacak, orada kalacak ve bize hiç gelmeyeceksin sanıyorduk.

Cahilmişiz. Görmemişliğimize ver…


Nereden bilecektik bu virüsün aylarca dünyamızın düzenini değiştireceğini. Önceleri hepimiz homurdandık, bir türlü inanmadık. “Yok canım, bu yeni bir dünya düzenini oturtmak için uydurulmuştur…” dedik, dedik demesine de; o lanet virüs, sevdiklerimize, yakınlarımıza gelmeye başladıkça bir korku da kaplamaya başladı içimizi. “Yok canım” diyenler, “İnsan eliyle yapılmıştır…” diyenler giderek azalmaya başladılar.

Bu arada Çin’le ilgili korkutucu haberler gelmeye başladı. Yollarda pat pat düşüp ölenler, evlerine hapsedilip dışarı çıkmalarına izin verilmeyen insanlar, uzaylı gibi giysilerle sokaklarda gezmeye başlayan sağlık görevlileri…


Corona ülkemizde de görülmeye başlandığında hepimizde şafak attı. Önce yan apartmana sonra bizim yaşadığımız apartmana gelen sağlık görevlileri. Her akşam yayınlanan turkuvaz rengi tabloyu beklemeler…


Her kanalda bir sağlık görevlisi, bir profesör sanki bu konuda çok tecrübeleri varmış gibi ahkam kesen bir dolu insan. Halbuki onlar için de ilk defa karşılaştıkları bir olay olmasına rağmen, soru sorulmasına izin vererek, daha önce karşılaşmadıkları bu salgınla ilgili bilmedikleri bilgileriyle bizleri aydınlatmaya çalışan insanlar…

Sadece onlar olsa iyi, pek çok kanalda daha önce siyasi yorum yapan insanların hepsinin sağlık konularını ne kadar iyi bildiklerini öğrenerek şaşkınlık içinde kaldık. Bu arada kötü olaylar yaşanmaya başladı. Sevdiğimiz insanlar hastalandılar, hatta kayıplar vermeye başladık. Kayıplarımızla birlikte, yeni bastık İstanbul’un taşına…

Maske-mesafe-hijyen falan derken kafayı yedik. Eve alış veriş ederken, sanki ekmek ve su alır gibi maskelerimizi de almaya başladık. Sanal alış veriş siteleri patladı. Herkes bilgisayardan alış veriş etmeyi öğrendi. Sadece öğrenmekle kalsa, gelen poşetleri balkonda birkaç saat bekletmeler, dezenfektanları her bir tarafa sürmeler, kolonyalar, maskeler, birbirimizle sarılmadan, tokalaşmadan, uzak durarak selamlaşmalar…


Yetti mi? Hayır… Sonrasında yasaklarla tanıştık. Tam kapanmalar, yarım kapanmalar, sosyal alanların kapatılması, 65 yaş üzeri insanlarımızı evlerine tıkmalar, çocukları da aynı kategoriye koyup evlere hapsetmeler…


O günlere kadar “Aman çocuğum bilgisayarda fazla vakit geçirmesin.” denilen çocuklarımızı uzaktan eğitimlere mahkum etmeler, bir açılan bir kapanan okullar… Bu arada geçip giden mevsimler, aslında geçip giden ömrümüz… Tam beş mevsimdir evlerimizdeyiz. Kapalı, bunaltıcı, ev halkıyla da biraz fazla sıkı fıkı bir hayat…


Yaşlısı genci herkes bilgisayar kurdu oldu. Bıraksak neredeyse hepsi hacker olacak. Bu arada herkesin içinden aşçılar ve fırıncılar çıktı. Envai çeşit ekmek deneyenler, internetteki yemek sitelerinden çeşitli yemekleri yapanlar, ev temizliği ile ilgili kazınanlar, çiçekleriyle vakit geçirenler, pek çok internet programı ile tanışıp birbirleriyle görüntülü konuşanlar, sesli konuşanlar falan derken… Bu işin böyle gitmeyeceğinin sinyalleri gelmeye başladı. Bu arada iş yerleri baktılar ki hayat böyle gitmeyecek, hemen de geçecek değil bu pandemi uğursuzluğu, evden çalışma diye bir şey icat ettiler. Önce herkesin işine geldi, yalan yok… Derken; çocuklar evde, eşler evde, pandemi diye yardımcılar da gelemez olunca, önce kadınlar sonra adamlar ve tabii ki çocuklar ufaktan ufaktan kafayı yemeye başladılar.


Yemek yap, evi topla, çocuklarla uğraş, çocukların derslerini kontrol et, alışveriş yap, işinle ilgili bilgisayar üzerinden toplantılar yap falan derken… Galiba önce kadınlar çıldırdı…


Baktılar ki yap yap bunun sonunun geleceği yok, ekmek, yemek yapmak, tüm hünerlerini göstermek için çabalayan tüm kadınlar elini eteğini hızla çektiler o işlerden… Sanal alışverişi sevdiler ama yine de çarşı pazar dolaşmayı özlemeye başladılar. Birbirleriyle konuşurken her konuşmalarının başında “Aman canım ya, her şeyden önce sağlık…” diye söze başlayanlar, “Ay artık yeter yahu! Patladık…”diye sızlanmaya başladılar. Yavaş yavaş dost sohbetleri, beraber bir kahve içmeler, restorana gitmeler, tiyatro, sinema ve konser özlemleri baş göstermeye başladı. İlk günlerde sanki yarın bitecekmiş umut dolu sözler yerini “Ne zaman bitecek bu pandemi?” sözlerine bıraktı. İnternet üzerinden canlı yayınlarda her gece bir konser varken, onlar da yavaş yavaş azalmaya başladılar.


Diğer ülkelerde de durum çok farklı değildi. Tam kapananlar, yarım kapananlar, aşı takvimleri yayınlayanlar, seyahat engelleri getirenler… Dünyadaki tüm ülkeler ve insanlar bir kapana kısılmış gibiydi. Bu corona döneminde geçen sene paskalya zamanı, 12 Nisan 2020 tarihinde Andrea Bocelli’nin Milano’nun Duomo katedralinden canlı yayınlanan konseri sırasında gösterilen dünyanın ünlü başkentlerinin yalnız, insansız ve bomboş görüntüleri eşliğinde bir yakarış gibi o güzel sesiyle şarkısını okuyan tenor, sanırım asla unutulmayacak görüntülerdendi…



Bu arada pek kimse farkında değildi belki ama sevgili sağlık çalışanlarımız, tüm dünyada ve ülkemizde hala tam kapasite hatta kendilerini zorlayarak çalışmaya ve bu günleri en az kayıpla atlatabilmemiz çaba sarf etmeye devam ediyorlardı. Corona’dan ölüm sayıları giderek artmaya başladı ve öyle bir hale geldi ki neredeyse her gün on otobüs dolusu veya büyük bir uçak dolusu vatandaşımızı bu lanet virüsten kaybetmeye başladık. Evet, bu işin şakası yoktu!


Bir an önce aşı olmalıydık, ya da ilacı bulunmalıydı. Bu arada aşı karşıtları ısrarla aşı olmamak için direnirken, bir kısmı da aşı olmayı istediği halde, aşı olamıyordu… Yeniden tam kapandık. Herkeste bir bezginlik bir bıkkınlık başlamıştı. Bitsin artık diyorduk, açılsın her yer diyorduk, eski hayatlarımızı istiyorduk ama unuttuğumuz bir şey vardı. Bu günler bizden de çok şeyler alıp götürmüştü.


En önemlisi hareket kabiliyetimizi kaybetmek üzereydik. Neredeyse yürümekten bile üşenir olduk. Bugünün işi yarına, yarının işi öbür güne falan derken zorlanıyorduk. Sokağa çıkmak unutulmaya başlandı.


Çok kitap okuduk, çok film ve dizi seyrettik, ellerimizden düşmedi akıllı telefonlarımız, el işleri yapanlarımız oldu, ev işleri yapanlarımız oldu ama sıkıldık… İnsan dediğin sosyal bir yaratık. Konuşmadan, birlikte yaşamadan yaşamın da tadı çıkmıyor…


Senden de çok şey öğrendik aslında. Öncelikle bilimin ve bilim adamlarının değerini anladık sanırım. Birbirimizin kıymetini, özgür günlerimizi, sokaklarda serseri mayın gibi dolaşmayı, alış veriş etmeyi, parkları, bahçeleri, kısaca dünyayı öyle özledik ki…

Eminim sen bittikten sonra, hepimiz bugünlerle ilgili anlatacak o kadar çok anı buluruz ki… Tıpkı erkeklerin bitmek bilmeyen askerlik anıları gibi… Yaşlısından gencine, “Corona zamanı…” diye başlayan cümlelerimiz olur hepimizin.


Canım Corona, (aslında mikrop corona) tüm dünyaya da, bize de yetmedi mi artık yaptıkların? Bir gitsen artık, bir rahatlasak, yine eskisi gibi dostlarımız, sevdiklerimizle kucaklaşsak, sohbetler etsek, biraz da dedikodu katsak o kahvelerimizin içine, gülsek, sevinsek, acılarımızı paylaşsak, sevinçlerimize ortak olsak…


Git artık… Hadi, bizi bizimle bırak… Git artık, bir daha gelmemek üzere git… Uğurlar olsun…

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER