Son Söz

Kelimeler, ah o kelimeler… Dilimizin bütün inceliklerini, zarafetini, güzelliklerini tanımlayan ve kullandıklarımıza göre bize yön verenler…


Bir insanı sevdiğimizi de, nefret ettiğimizi de, uğruna öleceğimizi de, kayıtsız kaldığımızı da hep o kelimelere dökmez miyiz? Acılarımızı da anlatırlar, mutluluğumuzu da… Endişelerimizi de anlatırlar, umutsuzluğumuzu da… Karşımızdakini yüceltiriz de, aşağılarız da… Konuşurken dilimizden dökülen sözcükler bazen isteyerek, bazen de istemeyerek konuştuğumuz insana yol olur gider doğrudan.


Kelimeler, ağzımızdan döküldükleri andan itibaren karşımızdakilere bir ok gibi saplanacaklar mı yoksa okşayarak geçecekler mi? İşte bu, tamamen bize bağlı. Çoğu zaman seçtiğimiz kelimelerin anlamını ve söylediğimiz insanları nasıl etkileyeceğini pek de düşünmeden geldiği gibi sarf ederiz. Oysa, bilmeyiz ki bu sözler, son sözlerimiz midir? Karşımızdaki nasıl etkilenir? Kısaca, bizi düşündüklerinde, hayatlarının geri kalanında hatırlayacakları aslında bu son sözlerimizdir…


Ünlülerin son sözlerini araştırdığımda, öyle sözlerle karşılaştım ki bir kaçını sizlerle paylaşmadan duramadım:


“Biraz daha ışık!” diye seslenen Goethe,


“Ben görevimi burada bitiriyorum.” diyerek bize veda eden Albert Einstein,


“Ya duvar kâğıdı gidiyor, ya da ben.” diyerek mizahi bir dille son sözünü eden Oscar Wilde…


Öyle sözler vardır ki üzerlerine tek bir söz edemezsiniz. Gelir bir taş gibi ciğerinizin üzerine oturur ya da kalbinizi burar burar ve sel olur gider. Ya da tam tersidir, söyleyen öyle güzel bir son söz etmiştir ki, bu hayatınız boyunca, her onu hatırladığınızda ya da o sözü duyduğunuzda size yeniden onu hatırlatır ve ister istemez sıcacık bir gülümseme yayılır yüzünüze…


Derler ya hep, “Dil yarası” geçmez diye. Gerçekten doğru… Her tür yarayı iyileştiren bir vücudumuz var ama dil yarası saplandığı yerde sonsuza kadar kalıyor. Bazen kanırta kanırta, bazen bir ok gibi delerek… İşte bunun için üslup önemli bence… Bir insanı üslubundan tanırız. Sadece kelimeleri kullanması değil, hitap şekli, ses tonu ve tabii ki beden dili… Ama ille de son söz… Bunu en güzel anlatanlardan birini de Şems-i Tebrizi söylemiş;


“Sözü süz de söyle, gönlü bulandırmasın.

Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın.

Sözü yüze söyle, gıybet olup utandırmasın.”


Gündelik yaşantımızda, iş hayatımızda, aile çevremizde, arkadaşlarımız arasında, resmi bir toplantıda, nasıl bir ortamda olursak olalım, sanki hep “son sözümüzü” söylüyormuş gibi, dikkatli olmalıyız. Yani, “Son sözümüz” asla kırıcı olmadan, kısa, açık, öz ve etkili olmalı…


Bir romanı, bir tiyatro oyununu veya bir sinema filmini hep o son sözünü nasıl söyleyecek diye merakla beklemez miyiz? Kitabın son sayfasında yazan “son” kelimesine kadar yükselen bir bekleyiş vardır. Sonu bekleriz ve o sona eriştiğimizde sanki bir şeyler tamamlanır ve biter. Kalbimizde, beynimizde, çevremizde… Bir tiyatrodan çıkarken o son sözler, replikler hep tiyatro salonunda asılı kalırlar gibi gelir bana. Derler ki, söylenilen sözler, evrende hiç kaybolmadan sonsuza kadar bir yerlerde öylece kalırlarmış. Yani hiç silinmeden öylece… Evrende bu iz kalıyorsa, yüreklerde kalmaması mümkün mü?


Son sözlerimiz, bir anı bitirmenin ve duygularımızı göstermenin harika bir yoludur. Nasıl hatırlanmak istiyoruz? Kırıcı mı, kibar mı, sevecen mi, öfkeli mi, nazik mi? O kişi veya kişilerle bir daha karşılaşacağımıza emin miyiz? Ya onu son defa görüyorsak?

Son sözün çok güçlü bir araç olduğunu hatırlayarak, gerilim yaratmamaya, akışı bozmamaya, bir fikre veya duyguya vurgu yapmaya, uzlaşımcı olmaya dikkat edelim.


Son sözlerimiz, Yunus Emre’den bir dizeyle gelsin:


“Söz ola kestire başı; söz ola kese savaşı”

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER