Sizlerin evlerinde hala var mı bilmiyorum ama bizim evimizde hala var. Telefonun yanında duruyor. Eskiden tüm evlerde bir telefon defteri bulunurdu. Değerli, önemli ve asla kaybolması istenmeyen.
Herhalde banka hesap defterleri bile onlar kadar değerli değildi. İçinde tanıdıklarımızın telefon numaralarının yer aldığı. Yazılıp öylece kalmış numaralar… İsimler… Hatta bazen adresler…
Telefon numaraları ilk kaç dijitle başlamıştı onu anımsamıyorum ama altı numaradan oluşan telefon numaralarının yedi numaraya çıktığını çok net hatırlıyorum. O devirde bu işlem belli bir sistematikle yapılmıştı ve bizler de telefon numaralarımızın başına o sistematiğe göre bir numara daha ilave etmiştik. Böylece bir telefon numarası yedi numara oluvermişti. Bu işlem kolaydı. Çabucak halletmiştik. Telefon defterlerimiz çok da örselenmeden isimlerin karşısında yazan numaralara sistematiğe göre bir numara daha yazdık oldu bitti.
Nasıl zordu 1960’larda, 1970’lerde bir telefon sahibi olmak. Önce gidip yazılırsın, sonra sana bir telefonun tahsis edilmesini beklersin uzunca bir süre ve bir gün sıran gelir. Eve telefon bağlandığında, ilk işin telefonu olan dostlarına, telefon ederek numaranı bildirirsin ve hemen bir telefon defteri alırsın. Ah ne kadar önemliydi o telefon defterleri. Sadece isim soyadı ve numarayı yazmazdık. Bazen adresleri de yazardık. Eğer tanıdığımız kişi oturduğu evden taşınırsa, sadece adı soyadı kalırdı defterde, diğer bilgilerin üzeri çiziliverirdi ve yeni telefon numarası ve yeni adresi kaydedilirdi. Eğer yer kalmamışsa, biraz kargacık burgacık yazılırdı ama mutlaka o daracık alana sığdırılırdı hem numara, hem de adresi…
Bazı tanıdıklarımız hayatlarını kaybederler ve numaraları da kendileriyle yok olurdu. Nedense o numarada ölen kişinin adı soyadı da bazen adresi de o defterden silinmezdi hiç. Sanki orada yazarsa, yaşayacakmış gibi… Eski telefon defterini alıp karıştırırken, orada bir zamanlar bir telefon çevirmek kadar uzağımızda olan, oysa şimdi kaybettiğimiz dostlarımızın adını görmek hep hüzün verir bana.
Bazen bir aklı evvel aile üyesi yeni bir telefon defteri alıp getirirdi eve. Ne işkenceydi o numaraları, isimleri ve adresleri yeni deftere geçirmek… Önceleri özenle yazılmaya başlanır, okunaklı harfler ve rakamlarla pırıl pırıl birkaç sayfa yenilendikten sonra, rakamlar da harfler de eciş bücüş bir hal alırlar ve birkaç sayfa sonrasında örneğin defterin D harfine gelindiğinde, defteri geçirme işini üzerine alan sıkılıp bırakırdı. Bu bırakma bazen “elden kalan elli gün kalır” atasözüne uygun olarak uzun zaman bir kenarda durur. Yarısı yenilenmiş defter üstte, eski defter altta olmak üzere telefonun yanını süslerdi. Sonrası daha da komik olurdu. Bazı yeni kaydedilecek numaralar yeni deftere, bazıları ise eski deftere kaydedilir ve sonuçta ikisine birden bakmadan numaranın var olup olmadığına emin olamazdınız.
Komik olayların yaşandığı yıllardı. Hele ki telefon defterini kaybetmek, işte o affedilmez bir suç teşkil ederdi. Babamın yazısı süslü majiskül, benimki biraz zor okunur, ablamın idare eder yazısı falan derken defter yaşlandıkça içinde pek çok yazı çeşidini barındırırdı. Defter yenilenmeye karar verildiğinde ise, defterde bulunmaması gereken isimler bir bir ayıklanır, ölenler yeni deftere taşınmaz, artık görüşülmeyen eş dost silinir giderdi. Yine de eski defter uzun bir süre dolabın rafında öylece dururdu. Nasıl da değerli bir şeydi o defterler. O yıllarda aslında her şeyin değeri vardı. Hele ki doktor muayenehanelerinin numaraları, hastanelerin numaraları, servislerin numaraları, hatta çiçekçilerin bile…
Daha hiç birimizin internet ile tanışmadığımız yılardaydık ve bir gün denildi ki artık otomatik santrallere geçiyoruz. Bu bizler için büyük bir yenilikti. Artık telefon yazdırılmayacak direkt aranan numara karşınıza çıkacaktı. Telefonu bağlayan santrallerle ilgili yapılan esprilere de, oynanan skeçlere de gerek yoktu artık. Yedi dijitli numaralarımıza bir de alan kodu eklemek gerekti. Alan kodu denile de aslında üç dijit ve nur topu gibi on dijitli telefon numaralarımız oluverdi.
Bütün şehirlere bir alan kodu verildi. İstanbul, her zaman olduğu gibi zorlukların da şehri olduğundan ikiye bölündü ve karşıya ayrı, Rumeli yakasına ayrı kod verildi. Rumeli yakasında oturanlar için Kadıköy tarafı her zaman karşıydı zaten. Karşı…
Ah o sabit, kablolu telefonlarımızın evlerimizde kapladığı yer, yanında defter, küçük küçük notlar yazılabilecek kağıtlar ve tabii ki birkaç tane de kalem… Genelde kullanan herkes tarafından evin başka odalarına götürülen kalemler. Aradığınızda bir tane bile bulmak mümkün olmaz ve kalem bulmak için dört dönerdiniz. Bazı evlerde telefon konuşması bittiğinde özenle telefonun üzerine kapatılan dantel örtüleri de hatırlamadan geçmek olmaz tabii ki…
Ptt tarafından basılıp dağıtılan telefon rehberleri, içindeki numaraların giderek artmasıyla önce ikiye, sonra üçe bölünen, sonrasında iş yeri numaralarının ayrıldığı farklı farklı rehberler… O rehberde numaranız olması da hoş bir şeydi yani. İstemezseniz de basmazlardı numaranızı. Gizli kalmasını isteyenler de olurdu. Neden “Gizli” kalmasını isterlerdi hiç anlamadım.
Rehberler, ah o rehberler... Her telefon kulübesinde bulunurdu bir zamanlar ve, aradığı numarayı bulan kişi, numarayı bulduğu sayfayı koparıp yanına aldığından rehberler de giderek rehber olmaktan çıkardı.
Evlerimizdeki ilk telefonlar, çevirmeli ve siyah renkliydi. Bir numarayı çevirdikten sonra, ikinci numarayı çevirmek için kadranın dönerek yerine gelmesi gerekirdi. Telefonlarda teknolojiye uygun olarak sürekli gelişiyordu ve sadece siyah renkli olan çevirmeli telefonlardan tuşlu telefonlara geçildiğinde nasıl da sevinmiştik.
Artık tek tek numaraları çevirmek zorunda kalmıyorduk. Tuşlara basıyorduk. Hem de peş peşe… Telefonlar rengarenk olmuştu. Ne renk istiyorsan onu alabiliyordun. Sonrasında konuşurken dolaşma konforunu da sağlayan telsiz telefonlar çıktı. Genelde telefonlar salonun baş köşesine bağlatıldığı için, özel bir konuşma yapacaksanız içeri odalara geçebileceğiniz, ailenin bütün üyelerinin gözü önünde konuşmak zorunda kalmadığımız telefonlar… Güzel günler…
Telefonu kaldırdığımızda çevir sesi beklediğimiz günlerden, telefonu açar açmaz çevir sesi duyduğumuz yıllara geçmiştik. 1980’ler ve 1990’lar iletişimde dev hamlelerle geçip gitti.
Sonrasında ne mi oldu? Cep telefonu ile gelen bambaşka bir dünya ile tanıştık. Şimdilerde elimizden düşmeyen, her şeyimizi ona borçlu olduğumuz, yeni modeli çıktığında almadan duramadığımız cep telefonları… Cep telefonu bir başka blog yazısı olsun.
Bir telefon defterinden nerelere geldik… Zamanda yolculuk böyle oluyor galiba.
Keyifli okumalar…
BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.
KATEGORİLER
BÜLTENE KAYDOL
Her hakkı saklıdır © betuleren.net