Ütü Ne Kadar da Azalmış!

“Nihayet ütü bitti…”


Yaşlı kadın, bu sözleri söyledikten sonra, yorgun bedenini dinlendirmek için sandalyesinde arkasına yaslandı. Hala biçimli olan elleriyle alnında birikmiş olan terini sildi. Bakışları çoktan ileriye doğru dalıp gitmişti. İçinden neler geçiyordu, gözlerinin ardında hangi hayaller dans ediyordu bilinmez, gülünce hafifçe yana doğru çarpılan ağzı sanki çok eski günlerde geziniyor gibiydi. Gümüş rengi bembeyaz saçları, hafif kırışıklıklarla dolu yüzü ve çıkık elmacık kemikleri, içinde hala gençlik günlerinin ateşi yanan, yaşlılığın uğramadığı, zeytin gibi simsiyah gözleri ve göz pınarlarında uzun yıllardır biriken ve akmayan gözyaşları ile bir abideydi Nilüfer.


Ellerini usulca saçlarından geçirdi, bakışları hala aynı noktada çakılmış kalmış gibiydi.


“Eeee Nilüfer Hanım, gördün mü bak, o kadar kalabalık bir aileden sadece sen kaldın geriye, herkes birer birer gitti, terk etti seni. En sona, sevgili eşin kalmıştı. O da gidip de seni yapayalnız bırakalı neredeyse iki sene oldu.” diye yüksek sesle söylenmeye başladı. Bunu da yeni adet edinmişti. Son zamanlarda, evde konuşulacak kimse kalmadığından beri en azından sesini unutmamak için, arada bir yüksek sesle bir şeyler mırıldanıyordu kendi kendine.


“Kim çalıyor ki kapını? Kim? Her hafta gelen temizlik işlerine yardım eden Fatma, sabahları uğrayan kapıcı Hüseyin Efendi, haftada bir gelen sucu, karşı komşun Makbule Hanım, haaa bir de ayda yılda bir ‘Nasılsın anne?’ diye telefon eden sevgili, yere göğe koyamadığın çocukların! Damatla gelini boş ver de, torunların bile uğramaz oldular artık. Her telefon çaldığında, ‘Onlardır, mutlaka onlardır…’ diyerek telefonu bir heves açıyorsun, sonuç? Hayal kırıklığı tabii ki… En çok konuştukların telefonun diğer ucundaki seslerden ibaret satıcılar, çağrı merkezi çalışanları, bankalar.”


O eski günleri düşündükçe bir hüzün kaplamıştı her yanını, özlem, yalnızlık, keşke, daha pek çok şey… Tekrar içini çekti. Yerinden kalktı, bir Türk kahvesi içmeyi hak etmişti. Okkalı kahvesini hazırladı ve, tabağının yanına bir dilim çikolatasını da koyarak yorgun adımlarla salona doğru ilerledi. Kahvesini içerken son yıllarda elinden hiç düşürmediği telefonundan sosyal medyasını gözden geçirdi, gruplarına gelen mesajları okudu, kimine güldü, kimine hüzünlendi.

“Bu da olmasa, iyice yalnız kalacağım. Şu sosyal medyadaki arkadaşlarım da olmasa hatırımı soran… Bugün hava ne kadar da sıcak. Yaz, sanki birdenbire geliverdi. Sadece deniz kenarında boş boş sahile baktığım günlere bir gidebilseydim keşke. Elimde kitabım, gözbebeklerimin derinliklerinde açık denizin yarattığı sükunet, yanı başımdaki şezlongda uyuklayan eşimin varlığı… Çabuk mu yaşlandım ben? Ne zaman yetmiş yaşına geldim ki? Daha ne kadar kaldı acaba? Kaç yıl, kaç ay, kaç gün?”


Tabletten her zaman dinlediği klasik müziği açtı. Müziğin sesi hafif hafif önce odaya, sonra da ruhunun içlerinde bir yerlere temas ederken, geçmiş yeniden canlanmaya başladı. Şu koltuk muydu oturup arkadaşlarıyla telefonla konuştuğu? Oysa, sanki daha dün gibiydi, gelenin gidenin hiç eksik olmadığı, şen kahkahaların çın çın çınladığı evin ve o güzel, alımlı, zarif kadının yaşadığı yıllar. Bir yandan işine gider, çocuklarıyla ilgilenir, evin alış verişi, yemeği, anne ve babasına vakit ayırmaları, dağ gibi bulaşıklar, hiç bitmeyen çamaşırlar ve hiç eksilmeyen ütülenecek çarşaflar, havlular ve giysiler. Tüm bunları gıkını bile çıkarmadan yapardı Nilüfer. Yorgunluktan helak olacak hale gelir ve akşamları yatağına yattığında, sadece kendisinin olan, kitaplarının arasında kaybolduğu o eşsiz bir saatlik zaman başlardı. Nasıl uykuya daldığını bilemezdi ve sabahları erkenden kendisini uyandıran saatin zilinin sesi… Ah, o saatin üzerine basıp bir beş dakika daha uyuyabilmek… Aceleyle kalkardı yatağından, çocuklar okula, kendisi işe koştururdu. Eşi, kendi işinde çalışmanın verdiği rahatlıkla istediği saatte kalkmak, istediği saatte evden çıkmakta özgürdü. Nasıl bir mutluluktu acaba bu? Kendisinin hiç bilmediği, erken kalkma zorunluluğu olmadan uyuyabilmek.


“Anne, benim kot pantolonumu yıkamadın mı hala?”

“Anne, bu giysilerim ütülenmemiş ama, aşk olsun. Halbuki söylemiştim de, ne giyeceğim ben şimdi?”

“Çoraplarım nerede?” diye seslenen eşinin sesi, bir yandan tüm işlere, isteklere yetişmeye çalışırken, evdeki herkesin gönlünü de yapmaya çalışırdı Nilüfer. Bir kere bile aklından geçmezdi, “Şu işi de bana bırakmayın da siz yapın…” demek. Çocukları ona ad takmışlardı. Aile içinde adını, “Atom karınca” koymuşlardı.


Eşi ona, her zaman “Nili” diye hitap ederdi. O, eşinin ağzından Nili’yi her duyduğunda içinde bir yerlerde bir kadın şarkılar söylerdi. Sanki erirdi duygularının ateşinde. Sadece ev işleri değildi ki ondan beklenen, bir ailenin ne istekleri varsa, Nilüfer her şeye yetişmeye çalışırdı. Sadece yılda bir tek gün, doğum gününde özgürdü. Kimse ondan tek bir şey istemez, ellerinden geldiğince şımartırlardı onu. Bu özen onu bir bütün sene idare ederdi. Müzik dinlemeyi ne kadar da severdi. Bazı şarkılar onun için özeldi, kalbinin derinliklerinde saklardı anlamlarını. Kimselere söylemezdi, hele biri vardı ki, gözlerinden sicim gibi yaşlar akardı onu her dinlediğinde. Kimse bir anlam veremese de, saygı duyarlardı ve hiç ses çıkarmazlardı o şarkıyı dinlerken. Eşi, gözlüğünün altından biraz da kıskançlık duyarak izlerdi kendisini. “Yoksa başka bir erkek miydi sevgili Nili’sini bu kadar ağlatan?” Bir kere, sadece bir kere ona sormak istemişti ama onun gözlerindeki ölesiye üzüntüyü görünce, vazgeçmişti aklındaki soruları sormaktan ve öylece kabullenmişti bu durumu.


Her Pazar akşamı, işler bitip ve herkes ertesi güne hazırlanmak için odalarına çekildiğinde, Nilüfer için ütü saatleri başlardı. Önce çarşaflar ve havlular, iç çamaşırları, gömlekler, pantolonlar, elbiseler falan derken, dağ gibi bir ütünün üstesinden gelirdi. Ütülenen mis kokulu çamaşırlar, dolaplara yerleştirilir ve gecenin geç saatlerinde Türk Kahvesi, yanında bir parça çikolatası ile Nilüfer’ i beklerdi. Sadece bu kahveyi yapmak, eşinin göreviydi. Karşılıklı kahvelerini içerken, tek bir söz dahi etmezlerdi. Arada bir birbirlerine bakarak gülümserler ve havada sadece sevginin eşsiz hakimiyetinin varlığı olanca ağırlığı hissedilirdi. Haftalar, aylar ve derken seneler bu şekilde birbirini kovalarken, Nilüfer, giderek daha fazla yorulduğunu ve halsiz düştüğünü hissetmeye başlamıştı. “Doktora gitmeliyim, ne oluyor bana böyle?” diye düşünürken, bir gün, iş yerinde düşüp bayılmıştı. Kendine geldiğinde, etrafında endişeyle kendisine bakan aile bireylerini görmüştü.


“Ne oldu bana?”

“Bir şey yok, yok bir şeyciğin, sadece bir baygınlık, sanırım yorgunluktan olmuş olmalı.”


Eşi bir yandan kırık dökük bir sesle, bu sözleri sıralarken, Nilüfer işlerin pek de yolunda olmadığını anlamıştı. Kızı ve oğlu odanın bir köşesinde korkulu gözlerle kendisini süzüyorlardı. “Ah benim güzel çocuklarım… Nasıl da korktular kim bilir…” diye düşünürken, annesi, babası ve kardeşleri odaya akın ettiler, her kafadan bir ses çıkıyor, hepsi ortada önemli bir şey yok demek istercesine, bir ağızdan teselliye çalışıyorlardı. “İmdat…” diye bağırmak gelse de içinden, sadece yorgun bir gülümsemeyle karşılık verdi onlara. Kafasını kıpırdatmak istediğinde başına saplanan bıçak gibi ağrı yüzünü buruşturmasına neden olmuş, doktor ve hemşirenin gelişini minnetle karşılamıştı. Doktor, herkesin dışarı çıkmasını istediğinde, sadece elini sımsıkı tutan eşi ve kendisi kalmıştı odada.


“Bir iyi bir de kötü haberim var size Nilüfer Hanım.”

“Nedir doktor bey? Neyim var benim?”

-Maalesef beyinde bir tümör tespit ettik. Bu nedenle ameliyat olmanız gerekiyor, tümörün kötü huylu olmadığını sanıyoruz. Bu da iyi haber. Hemen yarın sabah ameliyata girmeniz gerek.


“Nasıl yani? Ne kadar tehlikeli? Riskleri neler? Eskisi gibi olabilecek miyim? Ayağa kalkabilecek miyim? İşime gidebilecek miyim?” diye endişelerini birbiri ardına sırlayan Nilüfer, doktorun ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu. Daha sonraları o dakikaları anlatırken;


“Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti gitti.” diye anlatmıştı. “Henüz otuz sekiz yaşındayım, kırk bile olmadım. Ölmek için çok gencim ben. Sakat kalmak için de. Çocuklarım çok küçük, işim var, yapmak istediklerim var, borçlarım var, henüz hepsini tamamlayamadığım hayatım var, hayallerim var. Bu kadar çabuk mu olmalıydı? Bana bir şey olursa, eşim yeniden evlenir mi? Çocuklarıma üvey anne gelir mi? Onu da benim gibi çok sevdiğini söyler mi? Kahretsin! Ben bunu hiç beklemiyordum! Daha vaktim var sanıyordum.”


Kocasına bakışlarını çevirdiğinde, onu yeni birisiyle evlenmiş, mutlu, güler yüzlü görüyordu, çocukları da yokluğunu fark etmemişlerdi bile. Ailesi de üç beş gün üzülmüş, unutuvermişlerdi. Tüm bu düşünceler zihnini yorarak, ruhunu üzerek, ciğerlerini sökerek geçip giderken, kızgın bakışlarla kaşlarını çatarak bakmaya başlamıştı eşine.


“Baksana, hemen evleniverir bu. Kesin evlenir. Vicdansız, acımasız adam ne olacak! Bencildi zaten, hep bencildi, her zaman öncelik kendisindedir.” Elini hırsla onun elinden çekiverdi, kafasını çevirdi, gözlerini kapattı. Çaresizlikle kıvranan eşine, birdenbire bulunduğu ortama yabancılaşarak, diliyle dişinin arasında:


“Odadan biraz dışarı çıkar mısın ve yalnız bırakır mısın beni lütfen?” diye öyle bir tonda söylendi ki adamcağız apar topar terk etti odayı.


Sonrası mı? Aman, hemen ertesi gün sabah erkenden ameliyat olmuş, sonuçlar çıkana kadar ölmüş ölmüş dirilmiş, kötü olmadığını da öğrenince, dünyaya yeniden gelmiş gibi sevinmişti. Hasta olduğu o bir aylık süre içinde, bütün ailenin göz bebeği olmuş, uzun zamandır hiç olmadığı kadar kendisini şımartmalarına izin vermişti. Yıllardır uyumadığı kadar uyumuştu bu dönemde. Hem de ne uykular. Ne zaman iyileştiğini hissettiği ve artık yatamayacağını anladığında ise, şimşek gibi yatağını da, hasta olduğu günlerini de silivermişti aklından. Aynaya baktığında, sadece ameliyat yerini, dikişlerini ve kısacık saçlarını görüyordu. Ne de çabuk eski günlerine ve eski alışkanlıklarına geri dönüvermişti. Sağlığına kavuştuktan sonra hayatında yaptığı tek değişiklik, tatil günlerini doyasıya değerlendirmek olmuştu.


Nilüfer, ameliyatın hemen ertesinde hızla eski temposuna dönüş yapmış, iş yerinde sorumlulukları daha da arttığından, geceleri eve de iş getirir olmuştu. Yine hiç yüksünmeden, hiç şikayet etmeden kendisini biyonik insan gibi görerek devam ediyordu hayatına. Arkadaşlarının “Biraz yavaşla artık Nili, biraz yavaşla…” telkinleri bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu . Yıllar ne zaman geçti gitti, ne zaman emekli oldu, ne zaman beşinci viteste giden bir arabayı durdurmaya karar verdiler hiç anlamadı bile. Şimdi evdeydi, artık istediği saatte kalkma özgürlüğü, kendine ait saatleri vardı. Bu sefer de zamanını dolduramamaktan şikayetçiydi. Kitap okumak tamam, ev işleri tamam, aile ziyaretleri tamam da geri kalan zamanını bir türlü dolduramıyordu. Çocuklar büyümüşler, okulları bitmiş, kendilerine eş seçmişler ve evlenmişlerdi. Eşi inatla çalışmaya devam ediyordu. Oysa beraber olacakları günler giderek azalıyordu. Nilüfer farkındaydı ama eşi asla… Şimdi de çocukları için koşturduğu günler yetmemiş gibi torunlarının her ihtiyaçlarında onların yanına koşuyordu. Çocuklar tatile mi gidecekler, koş Nilüfer, torunlar okuldan mı alınacak koş Nilüfer, iş seyahatleri mi var, koş Nilüfer… Kendisinin yaşam hakkını bırakmadan ahtapot gibi sarıvermişlerdi etrafını.


“Ya, bir nefes alacak vakit bıraksanız, azıcık ben de yaşasam…” diyecek oluyor,

“Aman anne ya, ne olur ben seyahate çıkmak zorundayım. Şu çocuklarla sen ilgileniver de gözümüz arkada kalmasın.” deyip sıyrılıp çıkıveriyorlardı.

Ses çıkarmıyordu Nilüfer ve hayallerini sürekli erteliyordu. Yıllar böylece geçip gitmiş yaşlı kadın statüsüne geçmişti. Torunları da büyümüş, kendisine olan ihtiyaçları giderek azalmıştı. Dolayısıyla, kendisini aramaları da. Sadece vazifelerini yerine getirmek için on beş günde bir kere hep birlikte çekirge sürüsü gibi geliyorlar, hazırladığı yemekleri yiyorlar, konuşuyor, şakalaşıyorlar daha sonra hepsi “Hoşça kal anne…” diyerek çekip gidiyorlardı. Arkalarından camdan bakıp, el sallıyor kalbinin üzerindeki ağırlıkları kimselere söyleyemeden darmaduman olmuş evi ve mutfağı toparlıyor, sonra da bilgisayarının başına geçip oturuyordu. Eski günlerde, herkes gittikten sonra, eşiyle beraber biraz sohbet ederler ve eşinin çocuklarının bu bencillikleri konusunda kendisini teskin etmesini beklerdi Nilüfer. Çocuklardan biraz şikayet edecek olsa:


“Sen annesin, sana naz yapmayacaklar da kime yapacaklar Nili? Sabır, biraz daha sabır. Bak, onların da işleri ağır, ne yapsınlar. Benim çocuklarım, iyi çocuklar. Kızma onlara, kızma…” diyerek kötü hiçbir söz söyletmiyordu. Nilüfer sesi içine kaçarak:

“Ya ben, ya ben? Benim isteklerim, benim taleplerim? Ne kadar az zamanımız kaldı biliyor musun?” diye serzenişine devam etmek isteyince de, benzer sözlerle önünden beri gelirdi.


“Ah Aydın ah, artık sen de yoksun beni teselli edecek, sakinleştirecek. Bunlar da iyice aldırmaz oldular. Sadece kendi istekleri için yaşıyorlar. Sanki dünyada bir tek onlar var. Sadece kendileri, eşleri, çocukları. Bana da lütfedip arada bir geliyorlar işte.”

Bir ütü yapmaktan yola çıkmış, düşünceleri kendisini nerelere getirmişti.

“Çok hüzünlendim ben, çok. Ağlayamam da kolay kolay. İçim ezildi, çocuklarım da olsalar, beni bu kadar üzmelerine izin vermemeliyim.”

Beyninin içinde çanlar çalmaya, düşünceler birbirini kovalamaya, kendisini yeniden gençlik günlerindeki gibi canlı hissetmeye başladı. Yavaş yavaş oturduğu koltukta dikleşti ve gözleri ışıl ışıl parlayarak yerinden kalktı. İçindeki kıpır kıpır heyecanla salondaki konsolun üzerinde duran aynaya yaklaştı. Karşısında duran kadın, deminki tükenmiş, bezmiş kadın değildi artık. Aynada gördüğü kendisinin gençlik yıllarından fırlamış gelen Nilüfer’di. Uzun zamandır kendisini hiç bu kadar enerjik hissetmemişti. Gözlerini aynaya dikti, ellerini konsolun kenarlarına dayadı ve büyük bir kararlılıkla:


“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak Nilüfer Hanım! Bugünden itibaren, sadece senin isteklerin ve senin hayallerin için yaşayacaksın. Ne yapmak istiyorsan onu yapacaksın. Gezmekse gezmek, kurslara gitmekse gitmek, arkadaşlarınla birlikte olmaksa olmak! Bu senin hayatın ve bencil minik kuşlarının seni bunaltmasına asla izin vermeyeceksin. Senden yardım istediklerinde dur demeyi bileceksin. Önce sen! Anladın mı beni? Önce sen!”


Şimdi bambaşka bir Nilüfer olmuştu. Gözleri buğulu, içini büyük bir huzur kaplamış olarak, sokak kapısına doğru yürüdü. Telefonu çaldı, arayan oğluydu. Kim bilir yine ne isteyecekti. Açmadı. Çantasını koluna taktı, anahtarlarını yanına aldı ve yeni hayatına doğru ilk adımını atarak kapıyı çekip çıktı.

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER