Yepyeni Bir Dünyaya Doğru


Emre inleyerek gözlerini açmaya çalıştı. Sanki göz kapaklarının üzerinde tonlarca yük varmış gibiydi. Zorla aralayabildi ve etrafına bakındı. Uçsuz bucaksız bir yerdeydi. Kendisinden başka hiç bir canlı yoktu çevresinde. Sadece mavinin çeşitli tonlarında topraklar, dağlar ve sapsarı bir gökyüzü vardı etrafında ve korkunç bir sessizlik… O kadar sessizdi ki her yer, sadece kalbinin çarpıntısı değil, iç organlarının çalışırken çıkarttığı sesleri bile duyabiliyordu. Midesi, bağırsakları tıpkı bir fabrika gibi işliyordu. Ama en çok garibine giden sesler, beyninden geliyordu. Nöronlar arası atlamaları bile duyabiliyordu sanki. Kısa devre olan elektrik telleri gibi sesler çıkıyordu beyninden. Telaşla gözlerini kırpıştırdı, hiç bir anlam veremiyordu. Hangi hareketi yaparsa yapsın kulaklarında sanki binlerce ses frekanslara ayrılıp parça parça bölüyorlardı onu. Hiç hareket etmeden öylece kalakaldı korku her yanını kaplamıştı.


Terlediğini hissetti, vıcık vıcık bir ter süzülüyordu bütün vücudundan ama bu ter, sanki bir şelalenin çağıldaması gibi ses çıkartıyordu.


“Allahım, bu bir kabus herhalde, neredeyim ben, neler oldu, kendi dünyam değil burası...”


Korkuyla bildiği bir iki duayı okumaya çalıştı. Dudaklarını kıpırdatmaya bile korkuyordu. Biliyordu ki, sesler olanca gücüyle kulaklarını tırmalayacaklardı yine.


“Dua falan da hatırlayamıyorum, ne yapmalıyım, ne yapmalıyım?”


Her düşünce beyninden geçtiğinde, nöronlar birbiri ardına patlamaya başlıyorlardı yine. Yerinde doğrulmak istedi. Ellerini uzattı ileri doğru, yine korkunç bir gürültü koptu kulaklarında.


“Dün gece içkiyi fazla mı kaçırdım? Yoksa içki diye bana başka bir şeyler mi verdiler, ben dün gece neredeydim? Eve gelmedim mi? Kimler vardı yanımda?”

Tüm bu düşünceler beynine hücum edince, dayanılmaz bir sancı daha saplandı beynine.

“Düşünme aptal, düşünme, düşünmek acı veriyor sana...” dediği anda, yine başında dayanılmaz ağrılar belirdi. Gözleri karardı ve derin bir uçuruma yuvarlandı.


Uyanmıştı. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilemiyordu. Gözlerini tekrardan zorla açmaya çalıştı, önce etrafına bakındı meraklı gözlerle. Elleriyle bulunduğu yeri yoklamaya başladı.


“Oh, nihayet! Evimdeyim, galiba kabus gördüm. Neydi bu? Gece fazla da yemedim... Kalkmalıyım, şükürler olsun Tanrım...”


Gülücüklerini etrafa saçarak önce pencereyi açtı ve dikkatle dışarı baktı. Evi, sokağı, köşe başındaki bakkal, kapının önündeki ortancalar, hepsi yerli yerindeydi. Arabası da kapıda onu bekliyordu. İnsanlar telaşla işlerine yetişmek için koşturuyorlardı. Çocuklar çıkmamıştı daha sokaklara. Sonra hatırladı ki, artık yaz tatiline girilmişti. Kocaman bir kayık gibi neşeyle açılan ağzını kapatmakta zorluk çekerek günlük temizlik işlerini halletmek için ıslık çala çala banyoya gitti. Elini yüzünü yıkayıp kuruladıktan sonra, gözü aynaya ilişir ilişmez gözleri fal taşı gibi açıldı birden. Karşısında duran yüz, kendi yüzü değildi, etleri dökülmüş, burnunun yerine sadece iki delik olan, gözlerinin biri sadece çukur olarak kalmış, diğeri ise, solgun sarı bir ışık yayıyordu çevresine. İrkildi ve kocaman bir çığlık attı ama sesi de kendi sesi değildi bir garip çıktı. Ağzını açmak istedi, avazı çıktığı kadar bağırmak istedi o sırada diline ilişti gözü. Çatal çatal, yeşil bir dil.


“Herhalde kabus devam ediyor...” diye düşünerek kafasını hemen suyun altına soktu, yine dualar etmeye başladı. Tekrar aynaya baktığında, kendi alışık olduğu yüzünü gördü.


“Bu ne ya, uyuşturucu tesirinde falan mı kaldım ben? Ne biçim bir şekildi, uuuuf iğrenç, bir an önce evden çıkmalıyım...”


Üstünü nasıl giyinip de kendini evden dışarı atacağını bilemedi. Evin önünde duran arabasına geldiğinde, midesinde ekşime ve yanma, ellerinde ve tüm vücudunda soğuk soğuk terleme hissetmeye başlamıştı. Bu arada içinden gelen bir üşüme bütün vücudunu sarmış ve tüm vücudu zangır zangır titremeye başlamıştı. Bir an arabasının camına gözü ilişti;


“Offff, neyse o kötü hayal beni terk etti herhalde... Cinlere mi karıştım ben? Bu ne be? Annem bana dua etmeden yatma derdi, ben yıllardır dua falan etmeyi unuttum, hep ondan oldu bunlar, bundan sonra, söz, annem, edeceğim duamı..."


Arabasını hızla sürerek iş yerine geldi, otoparkta indiğinde hala yaşadıklarının ve aynada gördüklerinin etkisindeydi. Otoparkta arkadaşlarından biriyle karşılaştı.


“Günaydın Emre, ne kadar solgunsun bugün, hasta mısın? Hava da sıcak ama, sen acayip terlemişsin be oğlum...”


“Yok ya, gece rahat uyuyamadım da ondandır.”


“Hadi iyi çalışmalar, kendine iyi bak...”


Birbirlerine el sallayarak uzaklaştılar. Emre gördüklerinden o kadar etkilenmiş ve öylesine korkmuştu ki, etrafındakilere bile bakmaya korkuyordu. O sırada iş yerinin bulunduğu plazanın cam kapısından içeri girerken, gözü bir an cama ilişince, ödü patladı ve bir adım geri attı ister istemez. Sabah gördüğü ucubenin görüntüsü yine oradaydı. Sonra tekrar bakmaya çalıştı korka korka:


“Gitmiş, oh, her şey normale döndü, yok bir şey Emre, yürü oğlum, Minerva’ n seni bekler. Bugün şu yazılımı kolaylamalısın, diğerlerine aktaracaklarını bitirmelisin. Projenin bitiş tarihine çok az zamanın kaldı artık. Yoksa, yetiştiremeyeceksin. Tüm bunlar gerginlikten, hadi, hadi, hadi…”


Ofisine girdi, masasına oturdu ve bir süre hiç sesi bile çıkmadan, kimseyle ilgilenmeden, zaman zaman sabahki kabuslarını düşünerek çılgın gibi çalışmaya verdi kendini. Yerinden kalkmaya karar verdiğinde neredeyse öğlen olmuştu. Uzun zamandır kendisine özel bir ilgisi olduğunu sezdiği iş arkadaşı Eylem, elinde dumanı tüten mis gibi bir bardak kahveyle masasının yanına geldi.


“Emre, bugün çok sessizsin, hiç yerinden de kalkmadın? Hasta mısın yoksa?” Elini uzatıp Emre' nin alnına dokundu.


“Yok ya, projenin bitiş tarihi yaklaşıyor ya, gerginlikten herhalde hiç iyi uyuyamadım, gece de kabuslarla boğuştum. Yoruldum artık bu yazılımdan herhalde, kabus da gördüm bütün gece, ondandır.”


Eylem elini koluna koyduğu anda, Emre dehşetle irkiliverdi. Kızın elini etleri dökülmüş olarak görüyordu ve çığlık atmamak için kendini zor tutarak telaşla kalktı yerinden.


“Affedersin Eylem, lavaboya gitmem gerek.” Eylem olur anlamında başını salladı sessizce.


Emre, koşarak lavaboya girdiğinde, lavaboda bir kaç arkadaşını gördü ve derin bir nefes aldı. En azından burada yalnız değildi. Arkadaşları işlerini bitirip gittiklerinde, tuvalette tek başına kalmıştı. Aynaya baksam mı diye düşünürken, gözü ister istemez ilişiverdi. Sabahki görüntü yine karşısındaydı. Sadece tek farkı, gözlerindeki sarı ışık biraz daha parlaktı.


“Allah kahretsin... Manyaklaşıyorum ben herhalde...” diye düşünerek, çabucak tuvaletten çıktı.


Kendisini sakinleştirmek için ne yapsa faydası olmuyor, her zaman kendini tamamen unuttuğu işi bile onu oyalayamıyordu. Mesai bittiğinde istemeyerek işten çıkıp evine gitmek üzere yola çıktı. Eve gitmek, evde o görüntülerle karşılaşmak, uyursa o korkunç gezegende kendisini bulmak tüylerini ürpertiyordu.


“Bu akşam evde yalnız kalmaya bile cesaretim yok. Bir arkadaşıma mı gitsem acaba?" diye aklından geçirirken, telefonu çaldı. Çok sevdiği iki arkadaşı ona geleceklerini söylüyorlardı. “İçkiler benden…” dedi arkadaşı. Neşeyle “Tamam ya, hadi çabuk gelin...” diye cevap verdi Emre. Evine gitmeden markete uğrayıp biraz alışveriş yaptı. Ellerinde paketlerle eve gittiğinde, korkarak açtı kapıyı. İçeri bir göz gezdirene kadar nefesini tuttu. Sonra da derin bir "Ohhhh..." çekti. Her şey alıştığı gibiydi. Çocuk gibi sevinerek elindekileri masaya bıraktı. Neredeyse koşarak gidip salonun camlarını açtı, içeri temiz hava girerken, etrafı biraz topladı. Evi havalandırdığı sırada masayı hazırladı.


"Arkadaşlarım benim, can arkadaşlarım... Güzel bir gece olacak..." diyerek arkadaşlarını beklemeye başladı, zil çalındığında da mutlulukla gidip kapıyı açtı.


“Ne haber yazılımın üstadı?” diyerek ellerinde geceyi geçirmek için bol miktarda içkileri ve kuruyemişleriyle Ozan ve Hakan içeri girdiler.


“Yorgunum be üstadım, çok yorgunum… Onun haricinde iyiyim. Ya iyi ki geldiniz, sizleri çok özlemişim.” Arkadaşlar neşeyle birbirlerine sarıldılar.


Emre, Ozan ve Hakan aynı fen lisesinde okumuşlar, üniversitede aynı bölümü kazanmışlar ve yine ayrılmamışlardı. Her üçü de devlet bursuyla gittikleri Amerika' da yazılım üzerine eğitimlerime devam etmişler ve yurda geri döndüklerinde devlette görev almışlardı.


Yazılım tasarımı konusunda en iyileri Emre' ydi ve bu durum öğrencilik yıllarından beri hocalarının dikkatini çekmiş onu bir çok gizli projeye dahil etmişlerdi.


Emre ve arkadaşları şu anda da hiç kimsenin bilmediği uluslararası gizli projelerden biri üzerine çalışıyorlardı. Devletler, bu projede en iyi yazılımcılarını görevlendirmişlerdi. Amaçları, bir grup tasarım mühendisi ile birlikte ortak bir yazılımı gerçekleştirerek dünyadaki insanları istedikleri gibi kontrol etmek ve değiştirmekti. Tüm çalışmalar bunun içindi.


Emre, bu programın baş mühendisi olarak görevlendirilmişti. Minerva adını verdikleri bu iş, sadece o grupta olan mühendisler ve onların devletleri tarafından bilinen çok gizli askeri ve bilimsel çalışmaydı. Kimseye bahsedemeyecekleri ve aslında bittiği gün, tüm insanlar üzerinde kontrol sağlayacak bir yazılımı neredeyse tamamlamak üzerelerdi. Minerva’ da görev alan mühendisler birbirlerini sadece kod isimleri ile tanıyorlar ve hiç kimse hangi devletlerin bu işin içinde olduğunu bile bilmiyordu. Sadece Minerva’ nın baş mühendisi olan Emre’ nin tüm yazılımı kontrol etme ve erişme yetkisi vardı. Ozan ve Hakan’ da bu işin donanım kısmında çalışıyorlardı. Emre’ den başka hiç kimse proje bittiğinde neler olabileceğini bilmiyordu. Bir arada olduklarında işlerinden birbirlerine hiç bahsetmiyorlardı. Birbirlerini çok seven bu üç genç mühendis, aslında tam olarak neye hizmet ettiklerini de bilmiyorlardı. Birbirlerine sarılıp, neşeyle masanın etrafına geçtiler.


Gece neşe içinde akıp giderken, Emre de biraz rahatlamıştı artık. Bir ara Hakan neşesiz bir sesle,


“Şu üzerinde çalıştığımız iş var ya, bir şeyler oluyor sanki, geçen gün telefonuma garip bir mesaj düştü. Ne olduğunu tam anlayamadım ama, birileri bu işten rahatsızlar sanrım. Dünyanın değişmesini istemeyen bir grup var. Sanki takip ediliyorum, garip değil mi? Size de böyle şeyler oluyor mu?”


Emre, arkadaşlarına sabahtan beri karşılaştığı gariplikleri ve gördüğü kabusu anlattı. Ozan’ da henüz bir şey yoktu. Ozan neşesini hiç bozmadan:


“Aman be üstadlar, boş verin bunları, yorgunluktandır, yorgunluktan… İşler bitince nereye gidiyoruz? Siz ondan haber verin, deniz, güneş, kızlar… Şunun şurasında ne kadar kaldı ki bitirmemize?


“Haklısın… Yahu bu yıl aşık olacak bile vaktim olmadı. İş yerindeki Eylem var, üstelik benden de hoşlanıyor, bunu belli de ediyor ama, işler yüzünden kızla ilgilenemiyorum ki… “ dedi Emre.


Neşeleri tekrardan yerine gelmişti. İçkiler birbiri ardına bitiyor, eski anılar, gelecek hayalleri derken, zaman uçup gidiyordu. Derken, her şeyin bir sonu olduğu gibi, gecenin de sonuna geldiler ve Ozan ve Hakan gitmek üzere kalktılar. Emre, onlara kalmalarını söylediyse de, dinlemediler bile, güle oynaya çıkıp gittiler kapıdan. Arkadaşlarını yolcu ettikten sonra Emre, biraz ortalığı topladı, duşunu aldı ve sabahtan beri yaşadıklarını unutmaya çalışarak yatağına yattı. Heyecanlı bir gün geçirmişti. Uyku galebe çaldı ve Emre birden kendini uykunun karanlık sınırlarında buluverdi.


Bir kaç hafta boyunca ne kabusları ne de ucubenin görüntüsü Emre’ yi rahatsız etmedi.


“Herhalde çok yoruldum ve gerildim, ondan gördüm tüm bunları…” diye düşündü.


Hayat, tekdüze devam ediyor giderek Minerva’ nın sonuna doğru yaklaşıyorlardı. Gecelerini gündüzlerine katmış çalışıyorlardı artık çok az zamanları kalmıştı.


“Bu işten sonra kesin birkaç ay dinlenirim. Ninemlerin bağına mı gitsem, Avrupa’ ya mı, Yunan Adaları’na mı? Hangisine, bu yorgunluğu ne alırsa, hepsini yapacağım.”


Toplantılar ve hummalı çalışmalar, devletin ilgili birimlerine bilgi vermeler, raporlar hazırlamalar falan derken Emre, yorgunluktan düştüğü yerde uyuyacak hale gelmişti ve nihayet, projenin bitiş tarihinin son bir haftasına girdiler. Bu hafta işleri bitecekti. Mutlu bir yorgunlukla evine gelip, kendini uykunun karanlıklarına teslim etti.

Gözlerini açtığında;


“Yine sessizliğin hüküm sürdüğü dünyadayım ve etrafımda kimse yok...” diye düşünürken, beyninin acımasından kabusunun geri geldiğini anladı.


“Bu nasıl bir şey, uykuya dalmak bile haram oldu bana, ne yapsam, eski günlerime nasıl geri dönsem?” diye düşündükçe, her düşünce ok gibi beynine saplanan acılar yaratıyordu.


“Düşünmemem lazım, duymamam lazım, korkmamam lazım...”


Korkuyordu, düşünüyordu, duyuyordu.


“Sarı gökyüzü, mavi dağlar tepeler, ne istiyorlar ki benden? Sessizlik bu kadar mı ürkütücü olurmuş?”


Kalbinin bir makinayı andıran gümlemeleri, mide ve bağırsaklarının çalışırken çıkardığı sesleri, korkarak bekledi. Bu sefer onları duyamıyordu.


“Niye duyamıyorum hiç bir şey? Mutlak yalnızlık bu olmalı, acaba öldüm mü ben? Sadece beynimin düşünürken çıkardığı nöronların patlama sesleri var etrafımda. Ağaç var mı buralarda ya da herhangi bir yeşillik?” diye etrafına bakındığında tek bir bitki, tek bir canlı hiç bir şey göremiyordu.


Sarı renkli gökyüzüne baktı merakla. Bir tek yıldız bile ışıldamıyordu. Sadece mutlak karanlık! Sadece mutlak yalnızlık! Emre ağlamaya başladı. Gözyaşları yanaklarından aşağı doğru süzülürken, ne kadar uzun zamandır hiç ağlamadığını düşünüyordu.


“Korkuyorum yahu, çok korkuyorum. Bu bitmez bir kabusa dönüştü. Tam kurtuldum diye düşünürken, geri geldi kahrolasıca kabus. Nasıl kurtulacağım bu işten?”


Tekrardan derin bir nefes aldı, işte yine odasındaydı. Tavana baktı bir süre kımıldamaya bile korkuyordu. Sanki kımıldarsa, yeniden o dünyaya geçiş yapacaktı.


“Geldim mi? Yeniden kendi dünyamda mıyım ki? Tavan benim odamın tavanı değil mi? Yatakta benim yatağım...”


Elleri gözlerine gitti, gözlerinde yaşlar vardı. Gerçek miydi tüm yaşadıkları? Elini telefonuna uzattı. Saat henüz sabah beş buçuktu.


“Çok sıkışmışım, tuvalete gitmem lazım, nasıl gideceğim, ya aynada aynı yaratığı görürsem?” Ok gibi fırladı yatağından, hiç durmadan tuvalete gitti, aynalara bakmadan çabucak geri döndü yatağının içine zıpladı.. Gözlerini kapatacak şekilde pikeyi üzerine çekti.


“Cesur ol, cesur, birazdan gün ışıyacak, korkma, titreyen ellerini durdur, düşüncelerine hükmet...”


Uykuyla uyanıklık arası gidip geldi bir süre, o kadar yorgun hissediyordu ki kendisini ne zaman tekrar uykuya daldı bilemedi. Saati çalınca söylenerek uyandı ve yerinden kalktı. Ucubeyi ilk gördüğü geceden beri, gözü ilişmesin diye odasında bulunan boy aynasının üzerini bir örtüyle örtmüştü. Gündelik temizlik işlemleri için banyoya gitti. Başını hiç kaldırıp da aynaya bakmadan, hızla geri geri gidip banyodan çıktı, üzerini giyinip de arabasına gitmesi sırasında neredeyse rekor kırmıştı. Arabanın camına ilişti bir an gözü.


“Oh be, kendimim, yok işte ucube, yorgunsun oğlum yorgun! Hadi oğlum ya, boş ver bunları, sensin işte, sensin.”


Arabayı çalıştırdı, gözü dikiz aynasına ilişti . “Allah kahretsin seni, ucube...” diye bağırmaya başladı.


Dikiz aynasındaki sarı gözlü yaratık yine pis pis kendisine sırıtıyordu.


“Yine başladık, kim ulan bu, ben şizofrenik miyim, akıl hastalığım mı var benim? Gece kabuslar, gündüz ucubeler, tövbe tövbe...”


Aynadaki sarı gözlü yaratık kendisine gülüyor, ağzındaki çatal dil bir içeri bir dışarı çıkıp çıkıp duruyordu.


“Kaza yaptıracak bu manyak şimdi bana. Niye geldin sen yine? Defol buradan defol...” diye bağırdı.


Hiç umurunda bile olmadı lanet olasıca ucubenin. Korku bütün vücudunu bir bulut gibi sarmaya başladı yeniden. Kendi kendine konuşarak iş yerinin otoparkına girdi. Emre, bir süre arabadan çıkmadan öylece oturup düşündü ve kendi kendine konuşmaya başladı:


"Alışıyor muyum buna ben? Kim bu, ya da ne? Neden böyle sanrılar görüyorum?"


Ucubenin verdiği cevabı duyunca şaşkına döndü Emre. Artık kendisi ile konuşmaya başlamıştı.


"Sanrı değilim ben…" dedi biçimsiz yaratık.


"Nasıl değilsin? Bal gibi hayal görüyorum ben."


"Hayır, bu sensin, senin kötü yanın."


"Ya o geceki kabuslarım?"


"Orası da böyle devam edersen sonunda gideceğin yer…"


"Cehennem mi orası?"


"Cehennemden de beter. Sürekli yalnızlık. Sonsuza kadar tek başına kalmak üzere cezalandırılacaksın."


"Ya sen? Orada olmayacak mısın?"


"Orada ben bile yok olacağım."


"Ne kalacak peki?"


"Sadece sen ve kötü düşüncelerin."


"Kurtulmak için ne yapmalıyım?"


"Hani üzerinde bir grup mühendisle birlikte çalıştığınız o yazılım var ya, onu yapma. Bugünden itibaren sadece ve sadece iyi düşünmeye çalışacaksın. Dünyevi hırslarından arınacaksın. Yoksa sonun böyle olacak. Mutlak yalnızlık içinde cezalandırılmak…"


"Neden?"


"Ortaklaşa olarak üzerinde çalıştığınız o yazılım var ya, o dünyanın başına bela olacak. O bittiği gün, artık dünyadaki insanların hiç birinin gizlisi saklısı kalmayacak. Onu teslim ettiğiniz gün, sen ve arkadaşların sayesinde, o barbar devletler ülkelerinde yaşayan herkesin her şeyini telefonları üzerinden kontrol edecekler. İnsanların duygularını, düşüncelerini, öfkelerini, aklına ne gelirse… Ne istersen yaptırabileceğin robotlar haline dönüşecekler. Bağımsızlıkları yok olacak. Özgürlüklerini kaybedecekler."


"Evet, ama bu büyük bir teknolojik buluş, biz ekip olarak bunun üzerinde neredeyse üç yıldan beri çalışıyoruz. Bitirmemize de az kaldı. Müthiş bir iş bu. İlk defa bir çok devlet bir araya gelerek böyle bir projeyi gerçekleştiriyorlar. Hepimiz için yeni bir dönem başlıyor ve yeni bir dünya geliyor artık. Devletler her şeyin sahibi olacaklar. İnsanları çok kolay kontrol edebilecekler. Savaşlar olmayacak, açlık olmayacak, çalışmana bile gerek kalmayacak günler gelecek."


"Sence doğru bir şey mi bu? İnsanların devletlerine ve teknolojiye bu kadar bağımlı hale gelmeleri?"


"Neden olmasın? Artık yeni bir çağa girdik. Bilgi çağı bitti, pek çok ülke bununla uğraşıyor. Bulut teknolojisini bile geçtik biz. Dünya üzerinde yirmi dört saat durmaksızın çalışılarak geliştirilen bu proje sayesinde insanlar artık mutsuz olmayı unutacaklar."


"Yaptığının yanlış olduğunu göremiyorsun değil mi?"


"Yanlış mı? Anlayamıyorum seni, nesi yanlış? Biz insanların hepsinin mutlu olacakları bir dünya peşindeyiz. Beyinlerini ve nöronlarını harcamak zorunda kalmayacaklar ki."


"Her şeyin kararı senin arkadaşlarınla geliştirdiğin adına da Minerva dediğiniz bu tasarımla mı gelecek?"


"Evet. Adını da biliyorsun demek… Diyorum ki, artık beni rahatsız etmesen de, bunu bitirsek, kullanıma aldığımız gün, her şey değişecek. Göreceksin. Çekil git başımdan."


"Biliyorum, onun için yapma diyorum zaten. Sen bunun kötü niyetli insanların eline düştüğünü düşünsene, herkes sana lanet edecek ve sonun aynen kabuslarındaki gibi olacak. Etlerin lime lime olup dökülecek, gözlerinin biri sadece oyuk kalacak, diğeri ise sarı ışık yayacak sadece. Aşk bile bitecek aşk. Devlet kime derse ona aşık olacaksın, kimle beraber olmanı isterse onunla evleneceksin, damızlık hayvanlar gibi. Neresi iyi ki bunun? Aşk olmazsa, ne kadar çok insanca duygu yok olacak göremiyor musun? İnsanlık için her şey bitecek. Ben senin içindeki kötülüğü sana göstermek üzere görevlendirildim."


"Hakan ve Ozan’ da bu projede çalışıyorlar ama onlara niye böyle şeyler söylemiyorsun?"


"Hakan’ a da bildirildi zaten. Geçen gün sana anlattı ya. Onlarınki donanım kısmı. Asıl seninki insanlığı yok edecek. Bu işin baş mühendisi de sensin. Sadece sen yok edebilirsin hepsini. Bir an önce yok edilmeli. Yok et bunu. Yok et!"


"Yapamam… İnsanlara söz verdim ben. Anlaşmalar imzaladım, gizlilik anlaşmaları falan. Beni mahvederler."


"Dünyadaki herkes sana lanet okuyacak. O daha mı iyi?"


"Nerden biliyorsun, nerden? Vır vır vır başımın etini yedin. Sana inanmıyorum."


"O halde bir dakika kapat gözlerini, sana neler olacağını göstereyim."


"Tamam, göster bakalım… Bir şey değişmeyecek ama, neyse…"


Emre, gözlerini kapattı. Gördükleri dehşete düşürdü onu. Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor, midesi bulanıyordu. Gerçekten böyle olabilir miydi? Bütün insanlığın başına bela olacak bir işle mi uğraşıyorlardı? Bağırarak açtı gözlerini. Giysilerini ıslatacak kadar ter içinde kalmıştı. Ucube hala dikiz aynasından kendisine bakıyordu.


"Gördün değil mi? Nelere sebep olacağını gördün. Asla unutma bunu. Benim görevim burada bitti. Bundan sonrası sadece senin elinde. Ne yapmak istersen, ona göre davranırsın. Bu projeyi yok edersen insanlık kurtulacak, yok etmezsen, olacaklara katlanmak zorunda kalacaksın.."


Emre tekrar aynaya baktığında, ucubeyi göremedi ve düşünceli bir şekilde arabasından indi. Karşılaştığı arkadaşları onda bir gariplik sezdiler ama hiç bir anlam veremediler. Masasına geçti, oturdu ve projeye devam etmeye çalıştı. Hiç bir şey yapamıyordu. Rahatsız olduğunu söyleyip evine gitti. Artık son günlere gelindiği için evinde bile rahat yoktu. Telefonu hiç susmadı. İki gün yataktan çıkmadan sürekli düşündü. Ne yapmalıydı, iç sesine mi kulak vermeli yoksa, işine mi devam etmeliydi? Minerva gerçekten insanlığın sonunu getirebilir miydi? Kabusları artık onu terk etmişti. Ne ıssız gezegen kalmıştı, ne de etleri lime lime dökülmüş ucubenin görüntüsü. Emre işinin başına döndü, son iki günü tüm kontrolleri yaparak geçirdi. Artık her şey tamamdı. İlgili yerlere projenin çalışmaya hazır hale geldiğini raporladı. Bu kadar emek verdikleri proje bitmişti. Son gün, projede çalışan herkesi topladı, hepsine teşekkür etti ve yeni projelerde birlikte çalışma isteğini belirterek, herkesi evlerine gönderdi. Bilgisayarı programlamak ve gece yarısı sistemi devreye almak için işlemleri gerçekleştirdi. Kendisini çok huzursuz hissederek odasından çıktı, binadaki herkes gitmişti. Tam kapıdan çıkarken, tekrar geri döndü ve koşarak odasına girdi. Bilgisayarının başına oturdu. Kararını vermişti...


Ertesi günkü gazetelerde şöyle bir haber çıktı:


"Ülkenin en önemli yazılım firmalarından birinin baş mühendisi olan Emre Yağız, herkes işten ayrıldıktan sonra, üzerinde bir grup mühendisle birlikte çalıştıkları projenin tüm verilerini kaynaklardan sildikten sonra, bilgisayarının başında bileklerini keserek intihar etmiş olarak bulundu. Geride bıraktığı kağıtta ‘Kabus, şimdilik son buldu...’ yazıyordu. "

BU YAZILARIMI DA BEĞENEBİLİRSİN.

POPÜLER YAZILARIM

Bülten

Web sitemdeki yeniliklerden haberdar olmak için bültene kayıt olun!

KATEGORİLER